11 Şubat 2010 Perşembe

Yüreğinin Götürdüğü Yere Git

Yalnızlığın sıkıcı sesinin yankılandığı ve yalnızca ufak TV'nin cılız ışığının aydınlattığı, loş ve bir o kadar boş odada TV koltuğuma yayılmış boş boş reklamlara bakıyordum. Saat iyice geç olmuştu. Bunu Mehabbetin Kralı bitmesinden anladım çünkü tazmanya canavarı şeklindeki şeker saatim bir haftadır kayıptı. Duvardaki neden aldığımı anlamadığım kocaman aynaya baktım, göz altı torbalarım pazar torbasına dönmüştü, uykuya hasretliğimin yüzümde bıraktığı acizane hediyelerdi bunlar. Aynı şeyi dün akşam da görmüştüm, önceki akşamlarda. Sıkılmıştım, aynı şeylerden, hatta kendimden. Beni tekdüzelikten kurtaracak bir program aradım. O saatte bulamadım pek tabiki. Sağlam bi küfür edip TV'yi kapadım.

Son iki aydır doğal gaz faturasını ödemediğim için evde montla dolaşıyordum. Hal böyle iken zor ısıttığım koltuğumdan kalmak hiç içimden gelmedi. Buna karşın içimdeki bir dürtü ile kalktım ve buzdolabına baktım, beşer dakika aralıklarla yaptığım gibi. Sonra buz dolabını kapamadan bunun nedenini düşündüm. İşinde o an istediğim bir şey olmayan dolaba günde 237 kez bakmamın sebebi neydi? Acaba şuan deneysel olarak uygulanan ışınlanmanın sayesinde dolabıma yanlışlıkla abur cubur gelir diye mi umut ediyordum? Gerçi teknoloji bu kadar gelişmedi ama... hem bunun gerçekleşme ihtimali olsa bile bana kesin son kullanma tarihi geçmiş şeyler gelir.

İnsanların şans dediği şeyin sadece ismini duymak... Bu aklıma geldikçe derin düşüncelere dalar ve bi gün tanışmak umuduyla uyanırdım. Lakin bu sefer böyle olmadı. Gözlerim doldu diyip geçmek istiyorum ama bu iki yüzlülüğü yapmayacağım. Ağladım. Hüngür hüngür ağladım. Harbiden bildiğin ağladım gözümden ya geldi salya sümük falan. O göz yaşları buzdolabına aktı, salya sümüklerimle beraber. O esnada dolabın içinde olmaması gereken bir şeyi fark ettim. Tazmanya saatim! O dolaptaydı ve bana bakıyordu. Onun oraya nasıl ve neden geldiğini düşünmedim os ıra sevinmekle meşguldüm. Cidden çok mutlu oldum. Ummadık şer bile bi hayra vesile olabiliyormuş. Bunu öğrendim, saatime sarılıp odama doğru ilerledim. Saatimi yerine bırakırken saatin ne kadar geç , benim de bir o kadar uykusuz olduğumu hatırladım. İçimdeki mutluluk patlamaları durdu. Sıkıldım aniden. Sonra aklıma bir arkadaşın verdiği kitap geldi. “Aylak Adam”... Eften bi roman gibi gelmişti. Çocuğa söylemedim bunu tabi, üzülmesin diye. Okurken sıkmasından korkuyordum ama içinde bulunduğum durumda zaten pek iç açıcı değildi. Yatağıma geçtim ve kitabı okumaya başladım, belki uykum gelir.

Uykum gelmedi ama kitapta hiç sıkmadı. Kitabı elimden bıraktığımda tazmanya saatim öğlen biri gösteriyordu ve kitap bitmişti, ben de değişmiştim. Romanın kahramanı C.'nin B.'si ile tanışma imkanını tamı tamına 6 kez teğet geçmesinden sonra yüreğimin götürdüğü yere gitmeye karar verdim. Cüzdanımı aldım, telefonumu almadım. Sıkı giyindim. Üşütürsem yüreğimin rehberliğinde gidemem bi yere. Hem benim bademciğim alındı, çabuk hasta olurum.

Çıktım apartmanın yeni takılmış, paslanmaz çelik olan paslı kapısından. İçimden bi ses aradığın metroda dedi. Hem metroda şoförle hiç muhattap olmuyorsun. Hiç kimse “Arkadaşlar sıkışalım, boşlukları dolduralım” tarzı laflar etmiyor. Hem bu boşlukları doldurmak nedir onu hiç anlamam. Cuma namazında saf mı tutuyoruzda boşlukları doldurup cemaate yer açıcaz. Parası neyse vermişiz ve istediğimiz yere insan gibi gitmek istiyoruz. Bu üst üste binme, hayvanlaşma, fort (frotteur
) yapma istediği nedir? Esasen ayakta yolcu taşımakta yasak lakin neyse ben bi şey demiyorum. İstanbul'da kalbinin götürdüğü yere giderken bile katil olabilirsin o nedenle bu konuları hiç düşünmeyi bi kenara bırakıtım ve metroya doğru ilerledim.

Metronun girişinde çelimsiz, hint fakiri kılıklı bir dilenci vardı. Yüzündeki çizgiler sanki yılların, hayatın ona ne kadar zalim davrandığını anlatmaya çalışıyordu. Acınacak haldeydi. Surat ifadesi bu halinden utandığını hissettiriyordu. Cebimdeki tüm bozuk paraları ona verdim, zaten başka param yoktu. Kafasını kaldırıp utangaç bir bakış attı ve hafif bir tebessüm etti. Bende kendimi iyi hissettim. Şu kısacık ömründe birine ufacık bi faydam dokunduğunu bilmek...

Çok mutluydum. Bahçelievler metronun upuzun merdivenlerini seke seke geçtim. Turnikelere yaklaşınca iki sene önce son kullanma tarihi geçen pasomu çıkardım. Bastınca garip bir ses çıkardı. Sanki için için fakir bu diyordu. Derken etrafıma baktım. Herkes bana küçümseyen gözlere bakıyordu. Gözlerim doldu. Onlara kızamadım ama sevemedim de onları. Boynum bükük, mahsun bakışlarla akbil doldurma aletinin önüne gittim. Alet birden dile geldi “paran mı var lan senin yavşak, fakirsin lan sen, fakir!” dedi. Ağlamaya başladım. Kimse ağladığımı görmesin diye koşarak çıkışa gittim. Yürüyen merdiven kalabalıktı, göz yaşlarımı gizlemek için boş olan merdivenlerden çıkmaya başladım. Çok uzundu. Merdivenler bitene kadar aklımdan binlerce şey geçti. Sonuncusu çok kötüydü. O dilencinin mendilindeki paraları çalıp yüreğimin götürdüğü yere gitmek için kullanacaktım. Merdivenlerin sonuna geldiğimde nefes nefeseydim. Aklımda da o düşünce vardı derken başım döndü, bayılmışım.

Gözlerimi yavaşça açtım. İlk gördüğüm hint fakiri kılıklı dilencinin ağzı kulaklarında olan suratıydı. İrkildim. Kalktım ve dilenciye bir daha baktım. Adam öküz gibi gülüyordu. Manzara iğrençti. Otuz iki dişinin yirmi yedisi dökülmüştü ve kalan dişleri ise altın kaplamaydı. Birden nefret ettim. Köşedeki mendilini hatırladım. Baktım hala oradaydı. Sonra o acınacak haldeki dilenciye baktım. Hint fakirlerine benziyordu ama kemikleri kalındı. İçimi bir korku kapladı ama gözüm karaydı. Kalbimin götürdüğü yere gidecektim. Sonunda ne olursa olsun. Koştum ve mendili kaptığım gibi koşmaya başladım. Arkama baktım. Az önce hint fakiri dediğim adam şimdi 300 Spartalı'daki hayvansı adamlar gibi görünüyordu. Garip sesler çıkarıyordu. Çok korktum. Altın dişlerini ve onların ne kadar sivri olduğunu düşündüm. Ağlamaya başladım tekrar. Çok korkuyordum. İlk 100 metreyi 8.9 saniyede koştum. Dünya rekoru kırmıştım ama ne fayda... Etrafta mobese kameraları falan da yoktu. Olsa dünya rekorumu bi şekilde tescillerdim. Çok para olurdu. Yüreğimin götürdüğü yere gitmeme gerek kalmazdı. Çünkü o bana gelirdi.

Değişik düşüncelerle koşarken arkaya baktım artık 300 spartalı tipindeki hint fakiri peşimde değildi. Derin derin soluk aldım. Artık hepsi geçmişti. Rahat rahat istediğim yere gidebilecektim. Param da vardı. Bunları düşünürken köşedeki Vestel bayiinin önünde Fenerbahçe'nin Galatasaray'ı yendiği maçı izleyen biri dikkatimi çekti. Yaklaştıkça farkettimki bu mahallenin en boş adamı Serkan'dı. Görünmeden kaçmak istedim ama bi hırıltı duydum. Sanırım tanımıştı.

-ghneber oauzz nasılsıgn?
-iyi diyelim iyi olsun sen nasılsın?
-egyi iddaa yapdıydım. Duttu ya lang ama sanga interney smarlamam. Zam gelmiş olum çok para yaw. Hacı sen napıyodun lan nerdeng böyle?

İçimden binlerce yalan uydurmak geldi ama yapamadım. Bu gün yeterince yıpranmıştım. En basitini yaptım, geçeği söyledim.

-Bir kitap okudum ve hayatım değişti. Ben artık yüreğimin götürdüğü yere gideceğim Serkan.

-Siktir get lan te allaam ya! Millet deliye hasret ben akıllıya. Ne yalan söylüyon lan ibne! Yengeyle yiyişmekten geliyon demi. İtoğlusu bana yalan söylüyo bide.

-Yok valla lan ne yengesi! Ayrılalı çok oldu olum.

-Biliyom mal dalga geçiyom ahhah. Gel sana bi çoy ısmarliyim param var benim.

Derken gittik dandirik çay ocağına herkes sevgilisini almış, gülüp eğleniyordu. Ben Serkan'a baktım. Çayımdan bir yudum aldım. Tekrar ona baktım. Sonra ağladım. Serkan benden sıkıldı, hesabı ödedi ve çıkarken “Bu ağlağa ne ekmegk ne de su vering.” dedi ve gitti.

O günden beri kitap okumuyorum. Dışarı da çıkmıyorum. Bakkal ihtiyacı için mahallenin çocuklarını çağırıyorum. Para vereceğim diye kandırıp Hiçbir şey vermiyorum. Ben böyle mutluyum.