13 Eylül 2010 Pazartesi

İstanbul'un Nefesi



Her zamankinden farklı bir rüzgar esiyor İstanbul'da. Öyle ki beni önüne katıp bir bilinmeyene sürüklüyor. sonu meçhul bu yolda kaygıdan uzak ilerliyorum. Gurur... "seni seviyorum" diyecek kadar ondan da ırağım.

Issız bir sokağın yeni döşenmiş kaldırımlarına fısıldıyorum: Seni seviyorum İstanbul. öyle saf öyle içteniz ki... Bu halimizin ne kadar eğreti durduğunu düşünen küçük beyinlerin attığı anlamsız bakışların yokluğunda kalelerimizin tüm duvarlarını yıkmışız. Çıplağız.



Şafak vakti eve varınca yatağıma uzanıp gözlerimi yumduğumda, kasvetli bulutlar tarafından işgal edilmiş gökkubbenin altında tüm haşmetiyle, herkese ve her şeye meydan okurcasına duran Galata Kulesi'ni görüyorum. Onun karşısında uykuya dalıp, rüya aleminin kapısını aralayınca Sarayburnu'na çıkıyorum. Sigaramın ilk nefesini aldıktan sonra iki şekerli çayımı yudumluyorum. Bu esnada masmavi, işveli bakışlarıyla Marmara beni benden alıyor. Ben gözlerimi ondan alamıyorum. Sahili tokatlayan her dalgada beni biraz daha içine çekiyor. Boğulacak gibi oluyorum. Ölecek gibi... ama böylesine eşsiz ve güzel bir ölümün gururunu damarlarımda hissediyorum.

Güç bela sigaramdan bir nefes alıyorum. Biraz kendime gelir gibiyim. Tatlı kabusumun son bulacağını düşünürken zarif bir kadının boynundaki şık kolyeye gözüm kayıyor. Boğaz Köprüsü... Kadını incitmeden boynundaki kolyeyi koparıp cebime koyasım varsa da gücüm yetmiyor. Güçsüzlüğüm karşısında gözlerim doluyor. Boğazımdaki düğümü çayımdan bir yudum alarak çözmeye çalışıyorum. Bitsin artık bu rüya diyemeden İstanbul'u nev'i şahsına münhasır bir kent olmasında büyük katkısı olan Kız Kulesi'nin el salladığını görüyorum. "Ben burdayım mı demek istiyor, güle güle mi?" sorularına cevap aramıyorum yolun bir hüzne çıktığını hissedip.



Çayımı bitirip bir zamanlar sultanların şereflendirdiği Gülhane'ye gidiyorum. Sararmış ve dökülmekte olan kavak yapraklarıyla romantik bir film karesini hatırlatıyor. Gözlerimde canlanan anıların üzerine sigaramdan bir nefes çekip maziye üfürüyorum. Gülhane'de durmaya tahammülüm kalmadığında şehzadelerin bahçesinde oyunlar oynadığı Topkapı Sarayı'na giriyorum. Amaçsızca yürürken ansınız bir bataklığa saplanıyorum. Yavaş yavaş batıyorum. ne çırpınıyorum ne haykırıyorum. Boşa çektiğim kürekleri çoktan yaktım yalnız kaldığım soğuk bir kış gününde ısınmak için. Sadece sigara içiyorum. Bitmiyor. Ağzım çamura batınca artık yapacak tek şey kalıyor: Sigaramı yukarda tutmak heba olmasın diye. Batmaya devam ediyorum. Aklıma Selim geliyor. "Bat dünya bat!" ama dünya yerinde duruyor, batan yine Selim oluyor. Gözlerimde çamura bulandığında her yer ya da sadece benim hayatım kararıyor.

Bedenimi kaplayan hissizlik yere düşmemle son buluyor. Sanıyorum ki cehennemdeyim. "Oğlum Serden Sermest elinde köpek öldürenle geçirdiğin bir hayatın sonu başka nasıl olacaktı" diye düşünüyorum. Ziyan olmasın diye koruduğum sigaram yerinde . Bütün ziyan olmasın dediklerim gibi ziyan olmuş, balçığa bulanık. Çamurun zarar veremediği cebimdeki paketimden yeni bir dal sigara çıkarıp, onu ve ve çakmağımı yakıyorum. Çakmağın ince alevi rüzgarda dalgalanıyor, yüreğimdeki umudu ateşliyor. çakmağımın cılız aydınlığında cehennemden çıkışı arıyorum; zifiri karanlık, yosun tutmuş dehlizlerde. Bu garip seyahatte yol arkadaşlarım iri sıçanlar ve garip böcekler oluyor. Kıa bir yürüyüşün ardından tanıdık bir yüzle karşılaşıyorum: Medusa. Taş olma korkusuyla kafamı çevirdiğimde bilindik bir yere çıktığımı farkediyorum. Yerebatan Sarnıcı... Önce sigaramdan sonra Yerebatan'ın o bildik kokusunu taşıyan havadan derin birer nefes çekip kendimi Ayasofya'nın önüne atıyorum. Sultan Ahmet Camii karşısındaki banklardan birine geçip gülümsüyorum, yere batıp Yerebatan'dan yeryüzüne çıktığımı düşündükçe. Dehlizlerde yolumu tarif eden rüzgar yine esiyor. Bense en sevmediğim şeyi yapıp sigaramı rüzgara içiriyorum, belki İstanbul keyiflenir diye. Sigaranın bitişini seyrediyorum. Yavaş yavaş ve yanarak... İbret alacak çok şey var sanki. Düşünmek istemiyorum. Sigarayla birlikte rüyamda sona eriyor.

Uyandığımda kapalı tv'nin karşısına geçip dalıyorum derinlere. Orda yine İstanbul'u buluyorum. Bilinçaltıma bu kadar işlenmeiş bir şehre veda etmenin hüznünü sol yanımda hissediyorum. Meçhule uzanan bu yolda yüreğimde kaygıya yer olmamasının sebebi ardında kalanları düşünmenin verdiği hüznün bedenimi yeterince kaplaması olduğunu yeni yeni anlıyorum.

Ardımda bıraktıklarıma gelince sadece bir şehir... elbette değil. Çünkü İstanbul'a sadece bir şehir demek, o şehirde senin varlığını unutmak kadar büyük bir aptallık olurdu.



Bir veda değil bu İstabul. Zaten ben sana veda edemem. Sana veda edecek olsam beni bir titreme alır. Konuşmak istesem boğazıma bir şey düğümlenir, kekelerim. Her şeye rağmen giderim ama huzursuz olarak ardıma hüzünle bakarak. Tek umudum geleceğim günün hayalinden yeşeren küçük bir fidan olur. Bu satırları yanlış anlama İstanbul. Bir veda havası değil bu, zaten ben sana veda edemem.