6 Aralık 2010 Pazartesi

Öylesine

Behçet içindeki sıkıntıyı bastırmak için sahile, dolaşmaya gitmişti. Evde oturdukça nedensiz sıkıntısının biraz daha esiri oluyordu. Neden daraldığını düşünmeye çalışıyordu ama elle tutulur bir şey bulamamıştı. Ufak tefek şeyler bir olmuş üstüne yürüyordu sanki. Onlara karşılık verecek bir şeyi olmadığından savaşmadan mağlup oldu. Arkasına bakmadan kaçtı.

Umarsızca yürüyordu Behçet. Yürümeyi severdi zaten; hele de ayaz bir havada, ellerini cebine atıp bir serseri rahatlığına kavuşturan sonu gelmez yürüyüşleri... Sahile vardığında öylece durdu ve boş banklara baktı. “Üsküdar Belediyesi” yazıyordu bankların üzerinde. Kendi kendine “banklar çok önemli çok. Üsküdar'ı Üsküdar yapan bu banklardır. Onlar olmasa kim ne bilecek buranın neresi olduğunu” dedi. O bu sözleri mırıldanırken kendi kendine, birden az ilerideki bankın üstünde duran defteri fark etti. Etrafta kimsecikler yoktu. Usul usul deftere yanaştı, gözleriyle de kimse var mı yok mu diye kontrol ediyordu. Kimsenin ona bakmadığından emin olduktan sonra banka oturdu. Defter ön yüzü Kız Kulesi'ne bakacak şekilde konulmuştu. Dışı çok kirli, epey kalınca simsiyah bir defterdi. Bu haliyle çok gizemli duruyordu.

Sağı solu bir kez daha kontrol eden Behçet defteri eline aldı. Bir yandan korkuyor, bir yandan içindeki meraka engel olamıyordu. Sonunda merak üstün geldi. Öylesine bir sayfa açtı. Okuduğu ilk satırın ardından defteri yere fırlattı, korku dolu bakışlarla. “Bu defter lanetli olmalı!” diye haykırdı. Defteri korka korka yine eline aldı, boğaza fırlatmak için ama içinden bir ses okumaya devam etmesi gerektiğini söylüyordu. Karşı koymadı.

“ÖYLESİNE!

Aşırı bir biçimde, fazla, o kadar çok... diyor sözlük “öylesine” için. Ne kadar garip... bu kadar basit bir kelimeye ne anlamlar yüklüyoruz. Hatta bazen her şeyimizi basit bir kelimeye adıyoruz, benim gibi.

Öylesine bir hayat yaşadım ama güzeldi. Son demlerimde yerleştim bu banka. Hem boğaza nazır hem de Kız Kulesi karşısında. Köpek gibi içtim, köpek öldürenimi. Güzel kızı izlemekten başka bir amacım yoktu. Uykum gelince uydum, uyandığımda içtim. Şarabım bittiğinde de çöpte bulduğum bu defteri karaladım acizane edebiyat bilgimle. Gerçi acizane demek tribünlerde geçen ömrümün baharına hakaret olur.

İşte böylesine siktiriboktan bir ömürdü benimki. Öylesine... düşünüyorum da güzel şeyler de vardı aslında. Sevmek gibi. Takımımı sevdi, anamı babamı sevdim, onu sevdim... yakımıma sevgim her hafta sonu dilimde can buldu, gökyüzüne uçtu. Babamı da çok sevdim. Hatta onun sevgisini yazmıştım öncelerden bir sayfaya. Anamın sevgisini yazamadım. Ara sıra geliyor aklıma: acaba babama yazdığım yazıyı okusa anamın saf ruhu gücenir mi diye. Kesin gücenirdi. Anlar mıydı onun sevgisinin ağırlığını kaldıracak kalem olmadığını, bu işe kalkışan nice kalemlerin kırıldığını bilir miydi? Bilmezdi, bilmezdi de belli de etmezdi. Ana yüreği bu bilmese de hoş karşılardı.

Bir de onu sevdim dedim ya cidden sevdim. Çok sevdim. Söyleyemedim. Uzaktan uzağa seyrettim, çok güzeldi. Her gördüğümde niyetlendim bu sefer söylerim diye. Söyleyemedim. Kaybetme korkumdan ya da söyleme cesaretimin olmadığından değil. Hem ne kaybetmesi! O hiç benim olmadı ki.. olsaydı bile kaybetmekten korkmazdım. Öyle bir korkum olsa bu halde olmazdım. Sanırım öylesine bir sevda olmasından korktum sevgimin. Ona açılmak için attığım her adımda “acaba öylesine bir sevgi” mi bu dedim. Ya gerçekten de öylesine bir sevgiyse... söyledikten sonra katlanabilir mi benim öylesine hallerime? Bir var bir yok gelgitlerime? Yormaz mı onu? Yorar elbet. Peki ya ben, ben yorulmam mı? Yorulmak ne kelime harap olurum. En iyisi... böylesi...

Hayata baştan başlama imkanım olsa büyük adam olurdum. Şimdi ise bu imkansız. Öylesine bir adam büyük olamaz. Kurallar böyle... büyük olmak için bazı şeylerden vazgeçmelisin, sistemin parçası olmalı, oyunu kurallarına göre oynamalısın. Küçüklerinin sırtına basa basa çıkmalısın yukarı. Her basamakta büyüyene kadar sırtını okşamalısın büyüklerinin sonrasında üstüne basacak olsan da. Hayatın başından beri oyunu kurallarıyla oynayıp büyük adam olsaydım. Hani sözüm dinlenseydi falan. İlk işim büyüklerin çıkarları uğruna dönen kanlı savaşları engellemek olurdu. Mehmetcik'i, Coni'yi, Maykı bir araya toplayıp “adi çıkarlar için sipere inmekle vatan sevilmez! Millete hizmet edilmez. Olsa olsa öylesine ölürsünüz. Oysa siz o siperi kazmazsanız ne vatanınız tehlikede olur ne de iti çakalı emeline ulaşır.” derdim. Sonrasında bir beyaz güvercin salardım gökyüzüne fotoğrafımın çekilmesine izin vermeden. Ama imkansız öylesine hayaller işte.

Savaşları engellemek bu kadar kolay değil gerçi. Ben bile bu pasaklı halime garip gözlerle bakanları öldürmek istiyorum bazen. Hele bazı fularlı, gözlüklü, pipolu tipler var ki... sorsan marjinalim der ama en ufak farklılığa iğrenerek bakıyor. Böyle adamlara sövsem utanır mıyım? Öldürsem vicdan azabı duyar mıyım? Şüpheli...

Neyse defterdar kafanı çok şişirdim bu günde. Ben şarap almaya gidiyorum. Ayıldığımda görüşürüz elbet.”

Behçet satırlardan oldukça etkilendi. Birkaç saat sırf bu satırların yazarını görmek için orada bekledi. Zaman ilerlemesine rağmen ne gelen vardı ne giden. Sonunda Behçet dayanamadı ve çevre esnaflara gidip bu defterin sahibi, şarapçı olması muhtemel birini tanıyan var mı diye sormaya başladı. Girdiği 3. bakkalda sorusuna cevap buldu. Bakkal defterin sahibi olan adamı tanıdığını ama 2 aydır görmediğini, büyük ihtimalle sarhoşken denize düşmüş olabileceğini söyledi. Bakkal lafını bitirmeden içerde alışverişle meşgul bir adam “gıyabi cenaze namazı kılalım ardından” dedi. Bu adam büyük ihtimalle imamdı. Behçet daha ne olduğunu anlamadan , neredeyse yarım saat içinde cemaat toplandı. Tam namaza duracakken cemaatten bir densiz bağırdı: “Merhumu nasıl bilirdiniz!”

- Öylesine bir adamdı.

13 Eylül 2010 Pazartesi

İstanbul'un Nefesi



Her zamankinden farklı bir rüzgar esiyor İstanbul'da. Öyle ki beni önüne katıp bir bilinmeyene sürüklüyor. sonu meçhul bu yolda kaygıdan uzak ilerliyorum. Gurur... "seni seviyorum" diyecek kadar ondan da ırağım.

Issız bir sokağın yeni döşenmiş kaldırımlarına fısıldıyorum: Seni seviyorum İstanbul. öyle saf öyle içteniz ki... Bu halimizin ne kadar eğreti durduğunu düşünen küçük beyinlerin attığı anlamsız bakışların yokluğunda kalelerimizin tüm duvarlarını yıkmışız. Çıplağız.



Şafak vakti eve varınca yatağıma uzanıp gözlerimi yumduğumda, kasvetli bulutlar tarafından işgal edilmiş gökkubbenin altında tüm haşmetiyle, herkese ve her şeye meydan okurcasına duran Galata Kulesi'ni görüyorum. Onun karşısında uykuya dalıp, rüya aleminin kapısını aralayınca Sarayburnu'na çıkıyorum. Sigaramın ilk nefesini aldıktan sonra iki şekerli çayımı yudumluyorum. Bu esnada masmavi, işveli bakışlarıyla Marmara beni benden alıyor. Ben gözlerimi ondan alamıyorum. Sahili tokatlayan her dalgada beni biraz daha içine çekiyor. Boğulacak gibi oluyorum. Ölecek gibi... ama böylesine eşsiz ve güzel bir ölümün gururunu damarlarımda hissediyorum.

Güç bela sigaramdan bir nefes alıyorum. Biraz kendime gelir gibiyim. Tatlı kabusumun son bulacağını düşünürken zarif bir kadının boynundaki şık kolyeye gözüm kayıyor. Boğaz Köprüsü... Kadını incitmeden boynundaki kolyeyi koparıp cebime koyasım varsa da gücüm yetmiyor. Güçsüzlüğüm karşısında gözlerim doluyor. Boğazımdaki düğümü çayımdan bir yudum alarak çözmeye çalışıyorum. Bitsin artık bu rüya diyemeden İstanbul'u nev'i şahsına münhasır bir kent olmasında büyük katkısı olan Kız Kulesi'nin el salladığını görüyorum. "Ben burdayım mı demek istiyor, güle güle mi?" sorularına cevap aramıyorum yolun bir hüzne çıktığını hissedip.



Çayımı bitirip bir zamanlar sultanların şereflendirdiği Gülhane'ye gidiyorum. Sararmış ve dökülmekte olan kavak yapraklarıyla romantik bir film karesini hatırlatıyor. Gözlerimde canlanan anıların üzerine sigaramdan bir nefes çekip maziye üfürüyorum. Gülhane'de durmaya tahammülüm kalmadığında şehzadelerin bahçesinde oyunlar oynadığı Topkapı Sarayı'na giriyorum. Amaçsızca yürürken ansınız bir bataklığa saplanıyorum. Yavaş yavaş batıyorum. ne çırpınıyorum ne haykırıyorum. Boşa çektiğim kürekleri çoktan yaktım yalnız kaldığım soğuk bir kış gününde ısınmak için. Sadece sigara içiyorum. Bitmiyor. Ağzım çamura batınca artık yapacak tek şey kalıyor: Sigaramı yukarda tutmak heba olmasın diye. Batmaya devam ediyorum. Aklıma Selim geliyor. "Bat dünya bat!" ama dünya yerinde duruyor, batan yine Selim oluyor. Gözlerimde çamura bulandığında her yer ya da sadece benim hayatım kararıyor.

Bedenimi kaplayan hissizlik yere düşmemle son buluyor. Sanıyorum ki cehennemdeyim. "Oğlum Serden Sermest elinde köpek öldürenle geçirdiğin bir hayatın sonu başka nasıl olacaktı" diye düşünüyorum. Ziyan olmasın diye koruduğum sigaram yerinde . Bütün ziyan olmasın dediklerim gibi ziyan olmuş, balçığa bulanık. Çamurun zarar veremediği cebimdeki paketimden yeni bir dal sigara çıkarıp, onu ve ve çakmağımı yakıyorum. Çakmağın ince alevi rüzgarda dalgalanıyor, yüreğimdeki umudu ateşliyor. çakmağımın cılız aydınlığında cehennemden çıkışı arıyorum; zifiri karanlık, yosun tutmuş dehlizlerde. Bu garip seyahatte yol arkadaşlarım iri sıçanlar ve garip böcekler oluyor. Kıa bir yürüyüşün ardından tanıdık bir yüzle karşılaşıyorum: Medusa. Taş olma korkusuyla kafamı çevirdiğimde bilindik bir yere çıktığımı farkediyorum. Yerebatan Sarnıcı... Önce sigaramdan sonra Yerebatan'ın o bildik kokusunu taşıyan havadan derin birer nefes çekip kendimi Ayasofya'nın önüne atıyorum. Sultan Ahmet Camii karşısındaki banklardan birine geçip gülümsüyorum, yere batıp Yerebatan'dan yeryüzüne çıktığımı düşündükçe. Dehlizlerde yolumu tarif eden rüzgar yine esiyor. Bense en sevmediğim şeyi yapıp sigaramı rüzgara içiriyorum, belki İstanbul keyiflenir diye. Sigaranın bitişini seyrediyorum. Yavaş yavaş ve yanarak... İbret alacak çok şey var sanki. Düşünmek istemiyorum. Sigarayla birlikte rüyamda sona eriyor.

Uyandığımda kapalı tv'nin karşısına geçip dalıyorum derinlere. Orda yine İstanbul'u buluyorum. Bilinçaltıma bu kadar işlenmeiş bir şehre veda etmenin hüznünü sol yanımda hissediyorum. Meçhule uzanan bu yolda yüreğimde kaygıya yer olmamasının sebebi ardında kalanları düşünmenin verdiği hüznün bedenimi yeterince kaplaması olduğunu yeni yeni anlıyorum.

Ardımda bıraktıklarıma gelince sadece bir şehir... elbette değil. Çünkü İstanbul'a sadece bir şehir demek, o şehirde senin varlığını unutmak kadar büyük bir aptallık olurdu.



Bir veda değil bu İstabul. Zaten ben sana veda edemem. Sana veda edecek olsam beni bir titreme alır. Konuşmak istesem boğazıma bir şey düğümlenir, kekelerim. Her şeye rağmen giderim ama huzursuz olarak ardıma hüzünle bakarak. Tek umudum geleceğim günün hayalinden yeşeren küçük bir fidan olur. Bu satırları yanlış anlama İstanbul. Bir veda havası değil bu, zaten ben sana veda edemem.

13 Temmuz 2010 Salı

ŞŞ I

“Kaybettim. Daha öncede kaybetmiştim ama hiçbiri ardında böylesi boşluk bırakmamıştı. Bu kaybedişle birlikte ilklerin unutulmazlığı efsanesi inanışının safsatadan ibaret olduğunu öğrendim. Ben ilk, umudumu kaybetmiştim. Ardından oyuncağını kaybeden bir çocuk gibi üzüldüğümü hatırlıyorum. Çocuk yaşta kaybettiğim için olsa gerek. O zamanlar kendime çok kızardım. Umudumun kaybolma nedenini oyuncaklarımı kaybetmediğim için hasetle bakan, bir oyuncağına sahip çıkamayan çocukların kenafir gözlerine bağlardım. Onlara bir şey yap(a)madığım için neden oyuncaklarımı hiç kaybetmedim diye kendimi haşlardım. O yüzden çabuk piştim. Bu kadar detaylı hatırladığım ilk kaybedişimin ruhumda açtığı gediklerle son kaybedişimin ruhumu parçalayışını kıyaslamaya çalışıyorum. Olmuyor. Bu ilklerin mükemmelliği de genel de insanların iyiyi hatırlama eğiliminden kaynaklanıyor sanırım. Aslında hayata hep son dakka golü gibi giren kötü şeyler damgasını vuruyor. Ruha en keskin hançerleri bunlar sokuyor.

Son kaybedişimi hazırlayan eli hançerli katilim bir trajik kazası oldu...”

- Abi o trafik kazası olmasın.
- Dinlemeye gelmedim demedin mi eşek herif! Dinle işte.
- Abi ben keyfe keder içeriz sen de birkaç hikaye anlatırsın diyordum.
- Anlatıyoruz işte. Dinlemeyeceksen git.
- Tamam abi tamam.

“...dediğim gibi bir trajik kazası oldu. Bu kazada iki kez hayatımı kaybettim. Daha doğrusu iki hayatımı...”

- Hoppalaa abi sen şimdiden oldun hee. Kafan güzelleşti senin.
- Adamı hasta etme lan. Bölmeden dinle işte.

“...iki hayatımı reenkarne olarak kaybetmedim. Evrimsel süreci tersine yaşayıp bilincimi kaybederek de kaybetmedim. Ben iki hayatımı aynı anda kaybettim ama paralel evrenlerde eş zamanlı gerçekleşen bir kayıp da değildi.”

- Hay... Yaşına hürmet etmesem küfür edicem abi. Nasıl kaybettim hayatını iki kere ya da iki hayatını. Kaç hayatın var senin. Hayatına... Bir de trajik kazaymış. O nasıl kaza bi' bok anlamadım ben.
- Susuyor musun?
- İyi tamam, sustum. (Bir daha böyle kaybetmedim derse sakince dinliyormuş gibi yapıp ayağa kalkacağım. Suratına sağlam bi' tekme atıp kaçacağım.)



“Aslında kaos teorisi ile açıklanabilir tavandaki demirlerden birinin vidasının gevşemesiyle demirin Eshilos'un Oresteia 'yası sahnelenen tiyatronun sahne arkasında çalışan karım ve onun mecburen yanında götürdüğü kızımın üstüne düşmesi. Trajedinin sahnelenmesi için gerekli düzeni sağlamak uğruna düzensizce çalıştılar. İzinli olduğum bir gün onları ziyarete geldiğim de gördüğüm çalışma temposu düzensizdi ama işler gayet iyi ilerliyordu. Sonunda düzen kuruldu. Oyun sahnelenmeye hazırdı. Çalışma temposu bir düzene oturdu. Bu düzen içinde bulunması gereken yeri belirlenen karım düzene uydu ve bulunması gereken yerde bulundu. Sonunda onlarca kiloluk demir yığını onun üstüne düştü.

Bu şekilde pek olmadı gibi. Olasılık teorisi ile daha net açıklanabilir galiba. Karım ve kızımın yaşadıkları milyonlarca olasılıktan biriydi. Karım kahvaltı için hazırladığı omleti ocakta unutup yaksa işe ortalama 5 dakika geç kalırdı. Bu yüzden 5 dakikada müdürüyle kavga etse işlerini daha geç bitirir ve kendisi için ayrılan yerde kızımla beraber bulunamazdı. O lanet olası demirde onların hayatına kapanan son perde olmazdı. Olmadı. Bu olasılık gerçekleşmedi.”

- Gerçek mi bunlar ya! İnanamıyorum.
- Masal mı anlatıyorum lan ben! Benimki hikaye... hikaye ile masal arasındaki fark: biri gerçeküstü, diğeri gerçek ya da gerçekleşme ihtimali olan şeyler anlatmasıdır. Bunu da bilmiyorsan Türkçe hocana söverim. Neyse devam edeyim.

“Kaza haberi bir perşembe günü ben iş yerindeyken geldi. İzin alıp hastane yerine eve gittim. Umutlarını çocuk yaşta kaybeden birinin hayat ağacına tutunmasını sağlayan iki dalının kopması onun ölümüdür. Ben ölmek istemiyordum, henüz gençtim. Bir çare bulmaya çalıştım. Aklıma gelen en iyi fikir Schrödinger'in Kedisi oldu. Ben hastaneye gidene kadar kızım ve karım hem canlı hem ölü olacaktı. Bu yüzden üç gün hastaneye gitmedim. Oraya gidip ya da telefonla onların durumunu kesin olarak öğrenmedim ama içimdeki merak denizi gittikçe derinleşiyor, beni içeri alıyordu. Bir şey yapmazsan içimi kemiren bu merak beni delirtecekti. Sonunda bir çözüm daha buldum. Şeytan olacaktım. Laplace'in Şeytanı... Hem çocukluğumda bana “Cin gibi maşallah. Şeytana pabucunu ters giydirir bu çocuk.” derlerdi.


Laplace'in Şeytanı'na göre ortamdaki tüm şartları ve öncesini bilirsen geleceği hesaplayabilirsin. Bende tiyatroda tüm ölçümlerimi yaptım. Alabileceğim tüm bilgileri topladım. Akşamına elimdeki tüm verileri duvara büyük büyük yazdım. Duvarın karşısına bir masa bir sandalye çekip işlemlere koyuldum. Saatlerce işlemlerle boğuştum. Yer çekimi ivmesi, havanın demire uyguladığı direnç, ortamda esen rüzgarın yönü ve şiddeti, vidaların esneme payı, demirlerdeki genleşme miktarı, ortamın ısısı... boğuldum. Lisede fiziğim birdi. Matematiğimde birdi. Coğrafyamda birdi. Bir fenim ikiydi, o da hoca komşumuzdu o yüzden. Bi' de ben liseyi bitiremedim. Ne bok yemeye bu işe kalkıştım bilmiyorum. Süleyman'a da sordum, o da bilmiyordu. Lakin ben düşününce buldum. Bu ya yabancı dizilerden etkilenmemin eseri ya da korkudur, kaybetme korkusu. Ben genelde belgesel ve haber izleyen biri olduğum için büyük ihtimalle kaybetme korkusudur. Hayatta sahip olduğum önemli şeyleri kaybetme korkusuyla yapmadığım saçmalık kalmadı. Kelebek düşmanı bile oldum, Afrika'da kanat çırpan kelebeğin yarattığı fırtınaların, basınç ve sıcaklık değişimlerinin vidanın gevşemesinde etkili olabilme ihtimali yüzünden. Oysa ne çok severdim, küçük bir tırtıldan asil bir kelebeğe dönüşen güzel canlıyı. Bu suikast girişiminden sonra artık o da benim düşmanım. Her perşembe kelebek avlıyorum. Süleyman da bana yardım ediyor.

Evde, tek çıkışı olan yuvasında havasızlıktan ölmek üzere olan köstebek gibiydim. Yuvanın çıkışında bir gerçek vardı ya cana can katan ya da canımı alan. Koltuğumda iki büklüm dua etmeye başladım. Hastanedeki gerçek acımasızca hayatımı karartmasın diye. Aslında biliyor musun ben genellikle tanrıya inanmam. Küçükken evde tek kaldığımda, gece yatarken karanlıktan korkunca falan inanırdım. Bayadır da inanmıyordum ama ölümle böylesi bir karşılaşma inancımı arttırdı galiba.


3 gün sonra hastaneye gittim. Kapıdan girdiğimde beni o alışılmış hastane kokusu ve acıdan kavrulmuş suratlar karşıladı. Hayatım boyunca hastalanıp doktora gitmeyen beni şimdiden daraltmıştı bu ortam. Danışma kapının solundaydı. Hemen oraya gittim, karım ve kızımı sordum. “Ben nerden bileyim.” dedi. Ben adamın yakasından tutup “işinin adı ne lan!” diye bağırırken güzel ve hoş bir hemşire sus işareti yaparak yanıma geldi ve “kaza geçiren anne ve kızın yakını mısınız?” diye sordu. Tüm dikkatimi bayana verdiğim için söylediklerini anlamadım. Kadın sorusunu tekrarlayınca bulunduğum durumun ehemmiyetine karşın aklımın kadının kıvrımlarına gitmesi yüzünden utandım. İçten içe kendimden nefret ettim.”Evet.” kadının deniz gözlerine bakarak dedim. Hemşire tebessüm eden yüzünü pek fazla bozmadan (sanırım yüzünün çabuk kırışması istemediği için) “onlar öldü. Geldiklerinde ölüydüler.” dedi. Ense kökünün bir karış altından vurulmuşa döndüm. Öylece kalakaldım. Bu tadı eksik gerçeği yüzüme vuran hoş ve güzel hemşireye “Bu kadar çirkinleşmenize gerek yoktu.” dedim. Hemşire beni dikkate almadı. Arkasına bakmadan hızlı adımlarla yanımdan uzaklaştı. Süleyman “hadi gidelim” dedi. Ense kökünün bir karış altına yediğim kurşun yüzünden gidemedim. Sanırım sinirlerim kopmuştu.

“Schrödinger... hayseyetsiz köpek... oysa ben ona güvenmiştim. Ben ziyarete gitmediğim üç gün boyunca hem ölü hem diri olacaklardı. Karım ve kızım matematiksel olarak bir buçuk gün yaşamaları gerekliydi. Öyle olmamıştı. Kedisi ölesicenin düşüncesi burada tutmamıştı.” diye düşünürken bir anda bardaktan boşalırcasına soğuk su yağdı. Hasikoma diyip titreyerek kendime geldim. Karşımda az önce beni iplemeden giden çirkin hemşire vardı. “Napıyorsun bayan!” dedim. Gerçidiğim şokla öylece kaldığımı, buna soğuk suyun iyi geldiğini söyledi. Bu yüzden bir bardak buz gibi suyu üstüme bocalamış. Ona ensekökümünbirkarışaltınagirenkurşun yüzünden hareket edemediğimi anlattım. Dinlemedi, gitti. O an bembeyaz bir kağıt üstüne bırakılmış bir nokta kadar yalnız hissettim kendimi koridorda...”

- O teorileri nerden biliyorsun? Onlar hakkında burda yazdığın gibi sığ bir bilgin mi var? Süleyman nerden çıktı diye soru olup üstüne yağasım geldi ama kızıyorsun sorunca. Sen anlattıkça onlar da çıkar meydana. Birde abi geç oldu. Şarabımız da bitti. Ben birkaç gün sonra şarap alır gelirim yanına sen devamını anlatırsın.
- Tamam çocuk perşembe hariç istediğin gün gel. Ben hep buradayım.
- Sen de mi hikayedeki gibi kelebek avlıyorsun yoksa? Hehe.
- Geldiğinde onu da anlatırım. Gecenin karanlığı şarapçının üzerine çöktüğünde bir ay bir de yıldızlar kalır etrafta. Sen üstüne düşeni yap da kaybol.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Bahar Sıkıntısı II

üzüntüsünü kelimeye doldurdu ama ağzı kapanmadı. tekrar açtı kelimeyi, içinden biraz keder alacak, ağzını kapatacak ve kız kulesi'ni gören bi yerden boğazın serin sularına atacaktı. lakin kelimenin ağzını açtığı an başkalarının kederleri doldu. kelime kaldıramayacak kadar ağırlaştı, dolduğuyla kaldı.

10 Nisan 2010 Cumartesi

Bahar Sıkıntısı I

cüzzamlı kederlerini dört yanı denizlerle çevrili, divit ucundan akan iki damla mürekkebin kirlettiği beyaz sayfalara sürgün etti. kimsenin onlara dokunmasını istemiyordu. sonra çekmecesindeki gülen maskelerden birini takıp kalabalığa karıştı.

9 Nisan 2010 Cuma

Rüya


Puslu gecenin içinden sessizce çıka geldi. Baş köşeye oturdu, basma kalıp konuştu. Sonra meleği geldi, "beni sev" dedi.
"Olmaz!" dedi adam. Ses tonu netti, askerine emreden komutan misali.
Melek yine "sev beni" dedi, gözleri doldu bu sefer. Yaşlar akmamak için kripiklere son bi güçle tutunmuştu.
Adam "sen laftan anlamıyo musun olmaz be kadın!" dedi.
Yaşlar kirpiklerden kaydı gitti. onlar yere varmadan melek "ölür müsün sevsen!" diye haykırdı.
Adam "ölürüm." dedi. sesi boğuktu, gözleri boşlukta.
Melek "ölürüm dedin ya, katilim oldun." dedi ve uçtu göğe ardına bakmadan. Göz yaşları yere değmedende kayboldu, arkasında sadece onları bırakarak.
Adam eğer seni seversem ve gidersen sen benim katilim olursun dedi sessizce ki o melek en başından gitti.
Derken gece güne döndü, güneş ışığı adamın suratına vurdu ve adam göz yaşlarıyla uyandı.

26 Mart 2010 Cuma

Oğuz Atay Çizimiyle 40 Yıl Öncesinden Günümüz Siyasi Tablosu

"...Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca trajedinin içinde olduğumuzun farkında değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlarda bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyor. Bir kaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi... O aydınlar da sosyal bir takım sözler ediyor, psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlar kötü yaşiantıyı dile getirmenin muhalefet yapmak olduğunu sanıyorlar. Yapanlar bile muhalefet yaptıklarını sanıyor bir bakıma. Aslında bir yanlış anlama olduğu halde anlaşıp gidiyorlar. Bir mış gibi yapmak tutturmuşlar. Arabalar yürüyor ya, ekmek yapılıyor ya, iyi kötü suyumuz geli yor ya... Mesele yok. Bir taklit yapıyoruz ve batıya bile kendimizi anlar oluyor. (Bir futbol maçında yeniveriyoruz onları.) Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, batılılata iftira ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz. İyi aile çocukları arasında onlara çamur atan mahalle çocuğu gibiyiz. Ben buna saflık diyorum ve genel anlamda bir sempati duyuyorum. İçinde yaşarken de öfkeyle tepiniyorum..."

Oğuz Atay bu mısraları 40 küsür yıl önce günlüğüne işlemiş. Kendi iç çekişmelerinden öte farklı şeylerden dem vuruyor. Aradan geçen yıllara rağmen hala aynı şeyler devam ediyor.

Hala hükümet harika bir şekilde ilerlediğimizi,
muhalefet ne kadar yanlış gittiğimizi,
bir kısım aydınlar çıkmazlarda olduğumuzu,
kalanlar şuan ki durumumuzun Avrupa'dan kat be kat iyi olduğunu söylüyorlar.

Herkes bir şey söylüyor halk dışında. Kimsenin bir şey yaptığı yok. Hükümet biraz çalışıyor, onun da ne kadarı ülkeye ne kadarı ceplerine kestiremiyoruz.

Lakin benim az da olsa hala bi umudum var. Gün gelecek ustanın yazdıkları günümüz siyasetini tanımlayamayacak ama o gün de Kız Kulesine bakarak demli çayımı içerken yerimizde saydığımız adımları düşünüp kızacağım. Kız Kulesi karşımda olmasa küfür bile ederim fakat o orda kalacak ben de kızdığımla kalacağım.

6 Mart 2010 Cumartesi

Döngü

Sudan çıkarılan balık gibi,
Benim ömrümden gidiyor, adım attıkça zaman.
Görmedim böylesi düşman.
Derken suya sokuyorlar ölümün tadına bakmadan,
İnsafsızlar tekrar çıkarıyor sudan,
İçinde çözünmüş hayatı ciğerime alamadan...
Bu döngü devam ediyor durmadan.

5 Mart 2010 Cuma

Nerden Nereye (Bir Überütopya)

1800'lerin sonlarındaydık. Topkapı Sarayı'nda çaylarımızı yudumlarken ansızın bir ses duyduk. Bu ses karizmatik bir İtalyan olan mucit Guglielmo Marconi'ye aitti. Bu tüccar ruhlu dahi İngiltere'nin çamurlu sokaklarını “Radyoyu buldum!” nidaları ile çınlatıyordu. Sesi kötüydü. Etik kuralları bilen, “bilim para için değil insan içindir.” fikrini benimsemiş Nikola Tesla'nın daha önce bulduğu şeyi, kendi icadı olarak lanse edip adını onun adının önüne geçirecekti. Buna dayanamadım, saray kapısına çıkıp “bağırma bre zındık!” dedim. Duyunca korktu tabi. Hemen sustu. Mahsunlaştı biraz.. Sömürge yarışında ve teknolojide geri kalsak da, ve artık Osmanlı yerine “hasta adam” deseler de bize, İstanbul'dan söylediğimiz İngiltere'de değer görüyordu.

Gel zaman git zaman devletler, sistemler, ideolojiler yıkıldı; yenileri kurulurken. Sonunda ne devlet ne sistem ne de ideoloji kaldı. Bu yıkımlara rağmen inatla yıkılmayan bir şey vardı “teknoloji”. İnsanlar olarak güvendik ona, sağlam duruşuna ve tek yürek olduk onun etrafında. Bir milli maç olmadan bunun gerçekleşmesi bana bir hayli ilginç geldi.

Teknoloji için çarpan yüreklerimiz artık bir devlet olmamız gerektiği konusunda hem fikir olduk. “Tek devlet, tek millet” dedik, Teknoloji Devleti'ni kurduk. Devlet dikta rejimi ile yönetiliyordu. Herkesin mutlu olduğu bir düzen olsun dediler ama ben ansynı anda herkesin mutlu olmasının imkaızlığını nlataan bir alıntı yaptım ve bu rejimi kabul ettirdim. Devlet başkanımız Saddam isimli diktatör programının 3.2 versiyonuydu. Yapay zeka üst düzeydi. Denenmemiş işkence metotları deniyor ve bunların yanı sıra yeni yeni işkence çeşitleri üretiyordu. Takdire şayan bir işleyişi vardı.

Bu ülkede çok afacan bir değer vardı, ismi internet. Çokça egoist, hayatın her alanına girmek tek amacı... Ülküsüne son derece bağlı ve bir o kadar doyumsuz. Mottosu “her şey gider, ben kalırım!”. Öyle oldu zaten. Televizyon, radyo, saklambaç, çelik çomak hepsi gitti. İnternet kaldı.


Teknoloji ne de çabuk gelişti. 1800'lerde radyo dalgalarını bulunca sevinçten horon teperken, şimdi kameralı, televizyonlu, kıllı telefonlara bile şaşırmıyoruz. Teknoloji herşeyi birleştirdi. En son internetle televizyonu birleştirmeye çalışıyorlardı. Nitekim Ttnet'in internet üzerinden televizyon izleme projesi son aşamaya gelmiş. Son teknoloji bilgisayar monitörlerini de arkasına alıp televizyonlara kafa tutacakmış. HD kalitesine ulaşan televizyonları yakalamak şuan hayal olsa bile sanıyorum ki öne bile geçecek, boynuzun kulağı geçtiği gibi.
Esasen bu gelişmeler, internetin hayatımıza bir adım daha girmesi hayatı kolaylaştıran güzel şeyler. Lakin ülkemizde atılan bu adımlar eğitimden yoksun. Eğitim elbisesini giymemiş her teknolojik adım toplumu biraz daha asimile eder. Şimdi bundan bana ne diyebilirsin. Haklısında kimse toplumsal değerlerine sıkı sıkıya bağlanmak zorunda değil ya da kimse seni asimülasyona karşı koyamayıp kendini kaybettiğin için suçlayamaz. Peki ya sokakta, toz toprak içinde oyun oynaması gereken çocukların bilgisayar başında sosyalleşmesini, toplum ,içinde yer edinmekte zorlanmasını, karakterinin geç oluşmasını ya da kişilik bozuklukları yaşamasını da mı önemsemiyorsun?

Engellemenin imkansızlaştığı bir hıza ulaşan teknolojinin bizi sürüklediği açmazlarda bir çıkış yolu bulmak için önümüzde uzun yıllar var ya da ben çok iyimserim. Bakalım gelecek bize ne getirecek...

11 Şubat 2010 Perşembe

Yüreğinin Götürdüğü Yere Git

Yalnızlığın sıkıcı sesinin yankılandığı ve yalnızca ufak TV'nin cılız ışığının aydınlattığı, loş ve bir o kadar boş odada TV koltuğuma yayılmış boş boş reklamlara bakıyordum. Saat iyice geç olmuştu. Bunu Mehabbetin Kralı bitmesinden anladım çünkü tazmanya canavarı şeklindeki şeker saatim bir haftadır kayıptı. Duvardaki neden aldığımı anlamadığım kocaman aynaya baktım, göz altı torbalarım pazar torbasına dönmüştü, uykuya hasretliğimin yüzümde bıraktığı acizane hediyelerdi bunlar. Aynı şeyi dün akşam da görmüştüm, önceki akşamlarda. Sıkılmıştım, aynı şeylerden, hatta kendimden. Beni tekdüzelikten kurtaracak bir program aradım. O saatte bulamadım pek tabiki. Sağlam bi küfür edip TV'yi kapadım.

Son iki aydır doğal gaz faturasını ödemediğim için evde montla dolaşıyordum. Hal böyle iken zor ısıttığım koltuğumdan kalmak hiç içimden gelmedi. Buna karşın içimdeki bir dürtü ile kalktım ve buzdolabına baktım, beşer dakika aralıklarla yaptığım gibi. Sonra buz dolabını kapamadan bunun nedenini düşündüm. İşinde o an istediğim bir şey olmayan dolaba günde 237 kez bakmamın sebebi neydi? Acaba şuan deneysel olarak uygulanan ışınlanmanın sayesinde dolabıma yanlışlıkla abur cubur gelir diye mi umut ediyordum? Gerçi teknoloji bu kadar gelişmedi ama... hem bunun gerçekleşme ihtimali olsa bile bana kesin son kullanma tarihi geçmiş şeyler gelir.

İnsanların şans dediği şeyin sadece ismini duymak... Bu aklıma geldikçe derin düşüncelere dalar ve bi gün tanışmak umuduyla uyanırdım. Lakin bu sefer böyle olmadı. Gözlerim doldu diyip geçmek istiyorum ama bu iki yüzlülüğü yapmayacağım. Ağladım. Hüngür hüngür ağladım. Harbiden bildiğin ağladım gözümden ya geldi salya sümük falan. O göz yaşları buzdolabına aktı, salya sümüklerimle beraber. O esnada dolabın içinde olmaması gereken bir şeyi fark ettim. Tazmanya saatim! O dolaptaydı ve bana bakıyordu. Onun oraya nasıl ve neden geldiğini düşünmedim os ıra sevinmekle meşguldüm. Cidden çok mutlu oldum. Ummadık şer bile bi hayra vesile olabiliyormuş. Bunu öğrendim, saatime sarılıp odama doğru ilerledim. Saatimi yerine bırakırken saatin ne kadar geç , benim de bir o kadar uykusuz olduğumu hatırladım. İçimdeki mutluluk patlamaları durdu. Sıkıldım aniden. Sonra aklıma bir arkadaşın verdiği kitap geldi. “Aylak Adam”... Eften bi roman gibi gelmişti. Çocuğa söylemedim bunu tabi, üzülmesin diye. Okurken sıkmasından korkuyordum ama içinde bulunduğum durumda zaten pek iç açıcı değildi. Yatağıma geçtim ve kitabı okumaya başladım, belki uykum gelir.

Uykum gelmedi ama kitapta hiç sıkmadı. Kitabı elimden bıraktığımda tazmanya saatim öğlen biri gösteriyordu ve kitap bitmişti, ben de değişmiştim. Romanın kahramanı C.'nin B.'si ile tanışma imkanını tamı tamına 6 kez teğet geçmesinden sonra yüreğimin götürdüğü yere gitmeye karar verdim. Cüzdanımı aldım, telefonumu almadım. Sıkı giyindim. Üşütürsem yüreğimin rehberliğinde gidemem bi yere. Hem benim bademciğim alındı, çabuk hasta olurum.

Çıktım apartmanın yeni takılmış, paslanmaz çelik olan paslı kapısından. İçimden bi ses aradığın metroda dedi. Hem metroda şoförle hiç muhattap olmuyorsun. Hiç kimse “Arkadaşlar sıkışalım, boşlukları dolduralım” tarzı laflar etmiyor. Hem bu boşlukları doldurmak nedir onu hiç anlamam. Cuma namazında saf mı tutuyoruzda boşlukları doldurup cemaate yer açıcaz. Parası neyse vermişiz ve istediğimiz yere insan gibi gitmek istiyoruz. Bu üst üste binme, hayvanlaşma, fort (frotteur
) yapma istediği nedir? Esasen ayakta yolcu taşımakta yasak lakin neyse ben bi şey demiyorum. İstanbul'da kalbinin götürdüğü yere giderken bile katil olabilirsin o nedenle bu konuları hiç düşünmeyi bi kenara bırakıtım ve metroya doğru ilerledim.

Metronun girişinde çelimsiz, hint fakiri kılıklı bir dilenci vardı. Yüzündeki çizgiler sanki yılların, hayatın ona ne kadar zalim davrandığını anlatmaya çalışıyordu. Acınacak haldeydi. Surat ifadesi bu halinden utandığını hissettiriyordu. Cebimdeki tüm bozuk paraları ona verdim, zaten başka param yoktu. Kafasını kaldırıp utangaç bir bakış attı ve hafif bir tebessüm etti. Bende kendimi iyi hissettim. Şu kısacık ömründe birine ufacık bi faydam dokunduğunu bilmek...

Çok mutluydum. Bahçelievler metronun upuzun merdivenlerini seke seke geçtim. Turnikelere yaklaşınca iki sene önce son kullanma tarihi geçen pasomu çıkardım. Bastınca garip bir ses çıkardı. Sanki için için fakir bu diyordu. Derken etrafıma baktım. Herkes bana küçümseyen gözlere bakıyordu. Gözlerim doldu. Onlara kızamadım ama sevemedim de onları. Boynum bükük, mahsun bakışlarla akbil doldurma aletinin önüne gittim. Alet birden dile geldi “paran mı var lan senin yavşak, fakirsin lan sen, fakir!” dedi. Ağlamaya başladım. Kimse ağladığımı görmesin diye koşarak çıkışa gittim. Yürüyen merdiven kalabalıktı, göz yaşlarımı gizlemek için boş olan merdivenlerden çıkmaya başladım. Çok uzundu. Merdivenler bitene kadar aklımdan binlerce şey geçti. Sonuncusu çok kötüydü. O dilencinin mendilindeki paraları çalıp yüreğimin götürdüğü yere gitmek için kullanacaktım. Merdivenlerin sonuna geldiğimde nefes nefeseydim. Aklımda da o düşünce vardı derken başım döndü, bayılmışım.

Gözlerimi yavaşça açtım. İlk gördüğüm hint fakiri kılıklı dilencinin ağzı kulaklarında olan suratıydı. İrkildim. Kalktım ve dilenciye bir daha baktım. Adam öküz gibi gülüyordu. Manzara iğrençti. Otuz iki dişinin yirmi yedisi dökülmüştü ve kalan dişleri ise altın kaplamaydı. Birden nefret ettim. Köşedeki mendilini hatırladım. Baktım hala oradaydı. Sonra o acınacak haldeki dilenciye baktım. Hint fakirlerine benziyordu ama kemikleri kalındı. İçimi bir korku kapladı ama gözüm karaydı. Kalbimin götürdüğü yere gidecektim. Sonunda ne olursa olsun. Koştum ve mendili kaptığım gibi koşmaya başladım. Arkama baktım. Az önce hint fakiri dediğim adam şimdi 300 Spartalı'daki hayvansı adamlar gibi görünüyordu. Garip sesler çıkarıyordu. Çok korktum. Altın dişlerini ve onların ne kadar sivri olduğunu düşündüm. Ağlamaya başladım tekrar. Çok korkuyordum. İlk 100 metreyi 8.9 saniyede koştum. Dünya rekoru kırmıştım ama ne fayda... Etrafta mobese kameraları falan da yoktu. Olsa dünya rekorumu bi şekilde tescillerdim. Çok para olurdu. Yüreğimin götürdüğü yere gitmeme gerek kalmazdı. Çünkü o bana gelirdi.

Değişik düşüncelerle koşarken arkaya baktım artık 300 spartalı tipindeki hint fakiri peşimde değildi. Derin derin soluk aldım. Artık hepsi geçmişti. Rahat rahat istediğim yere gidebilecektim. Param da vardı. Bunları düşünürken köşedeki Vestel bayiinin önünde Fenerbahçe'nin Galatasaray'ı yendiği maçı izleyen biri dikkatimi çekti. Yaklaştıkça farkettimki bu mahallenin en boş adamı Serkan'dı. Görünmeden kaçmak istedim ama bi hırıltı duydum. Sanırım tanımıştı.

-ghneber oauzz nasılsıgn?
-iyi diyelim iyi olsun sen nasılsın?
-egyi iddaa yapdıydım. Duttu ya lang ama sanga interney smarlamam. Zam gelmiş olum çok para yaw. Hacı sen napıyodun lan nerdeng böyle?

İçimden binlerce yalan uydurmak geldi ama yapamadım. Bu gün yeterince yıpranmıştım. En basitini yaptım, geçeği söyledim.

-Bir kitap okudum ve hayatım değişti. Ben artık yüreğimin götürdüğü yere gideceğim Serkan.

-Siktir get lan te allaam ya! Millet deliye hasret ben akıllıya. Ne yalan söylüyon lan ibne! Yengeyle yiyişmekten geliyon demi. İtoğlusu bana yalan söylüyo bide.

-Yok valla lan ne yengesi! Ayrılalı çok oldu olum.

-Biliyom mal dalga geçiyom ahhah. Gel sana bi çoy ısmarliyim param var benim.

Derken gittik dandirik çay ocağına herkes sevgilisini almış, gülüp eğleniyordu. Ben Serkan'a baktım. Çayımdan bir yudum aldım. Tekrar ona baktım. Sonra ağladım. Serkan benden sıkıldı, hesabı ödedi ve çıkarken “Bu ağlağa ne ekmegk ne de su vering.” dedi ve gitti.

O günden beri kitap okumuyorum. Dışarı da çıkmıyorum. Bakkal ihtiyacı için mahallenin çocuklarını çağırıyorum. Para vereceğim diye kandırıp Hiçbir şey vermiyorum. Ben böyle mutluyum.

30 Ocak 2010 Cumartesi

Kaderinden Kaçarken Donakalanlar

Atatürk Havalimanı'nda bekleyen jumbo jet uçağının iniş takımlarında iki davetsiz misafir vardı. Dardı burası, iki kişi ancak sığabiliyordu. Vurdu Volkan Kürşat'ın koluna ve konuşmaya başladı.

-Kaçıyoruz dimi şimdi? Canım kardeşim benim... Gidiyoruz oğlum, Amerika'ya gidiyoruz. Rüyalar ülkesi Amerika... Sen ne kadar zeki bi adamsın Kürşat ya. Kimin aklına gelirdi ki THY'ye temizlik işine girip, yurt dışına kaçmak!

-Eyvallah kardeşim. Herkes yapamaz bu planı. Lisedeki şerefsiz matematikçi beni bırakmasa... Kaltak takmıştı bana! Neymiş derslerinde uyuyomuşum. Onun bi derste anlattığı soruyu benim kıçımda uçuşan pire bile maksimum 5 dakka da çözer. Aahh o şerefsiz bırakmasa belki profesör olurdum. Amerika'ya böyle iniş takımları yerine vizemle pasaportumla gider ders falan verirdim en kralından. Bide çocuklara Beşiktaş'ı tanıtırdım off. Dimi Volka.... O ne lan!

-Anam noluyo! Uçuyoz mu abi? Bu sefer içki falanda içmedim ama noluyo be?

-Oğlum ne içmesi uçuyoruz lan! Heeyt beee! Kurtuluyoruz lan bu lanet olası yerden!

-Ooo macera dolu Amerikaaa ahhahha.

-Sus ya her taraf metal sesin yankı yapıyo zaten bad olan sesin duble bad oluyo. Kusura bakmada hiç çekilmiyo hacı.

-Sen iste her şey çok güzel oluuuurr...

-Sus lan sus yoksa gazetelerin 2. sayfasında iniş takımı içnde bad sesi yüzünden ölen adam diyecekler senin hakkında!

-Tamam kızma tamam.

15 DAKİKA SONRA

-Kürşat bu ne hava ya üşüdüm vallahi. Amerika'ya gitmeden grip olmayalım. Kızlar domuz gribi sanıp yaklaşmazlar sonra ehheh.

-Sen dert etme uçağın kocaman motorları var ısıtır onlar birazdan.

-Çabuk ısınsak bari. En son Liverpool'lu yendiğimiz maçta böyle titremiştim.

-Ouvv Süper maçtı beh... Bobo Reina'ya nası bacak arasından atmıştı! Tribünlerde nasıl coşmuştuk. İngiliz spikerler “bunlar deli olmalı” dediğinde nasıl göğsümüz kabarmıştı. Gerard'ın bacakları zangır zangır titrediydi. Aahhh ulan ahh!

-Harbiden Kürşat ya bide sen Bobo'nun golünden sonra çıldırmıştın. Fena coşmuştun. Zıplarken ayağın koltuğa takılmıştı. Alt kata düşmüştün. İki kaburgan kırılmıştı ahhahha.

-Gülme lan hıyar! Hem Beşiktaş için iki kaburga kırığı bişey mi öl deseler ölürüm.

-Ama abi sen değil miydin 8-0 yenildiğimiz maçtan sonra “Biiiiiiip biiiiiip tüpçü başkan, biiiip sizin gibi topçuların biiiip. Beşiktaş ömrümü yedin biiiiipi, bi daha da İnönüye gelmem.” diyen Hahhaha.

-Kes lan bak kenarda delşik var aşağı atarım valla seni!

-Tamam ya tamam ne tahammülsüz adamsın.

1 SAAT SONRA, SICAKLIK -56 C

-Kürşat keşke kalın bişeyler mi giyseydik beh? Motoru da çalıştırmadılar heralde bi türlü ısınamadık.

-O zaman nası uçacaktık salak!

-Haklısın da neyse o zaman ya ben şimdi uyuyorum Amerika'ya gelince kaldırırsın beni.

-Uyuma lan uyuma! Ne demişti komutan Nefes'te “UYURSAN ÖLÜRSÜN!” bide sen uyursan sende ölürsün demişti. O kameraya bakarak söylediği kişi sendin mal!

-Hadi ya yalan söyleme hacı. Hem benim sinemaya geleceğimi nerden bilecek o adam?

-Lan yönetmen benim tanıdıktı sana süpriz olsun falan dedim de ne sorguluyosun lan beni! Uyuma dediysem uyuma!

-Vallahi ne yaparsan yap. Dayanacak halim kalmadı. Hem burda titreye titreye donmaktansa uyumak daha iyidir.

-Lan uyursan ölürsün diyorum sana! Donacaksın gerizekalı!

-İyi geceler şekerim. Amerika'da görüşürüz. Tabi sen köpek gibi donarak ölmezsen heheh.

-Uyuma bak. Daha Amerika'ya gidicez. Red kid gibi gün batımını kovalayacağız. İlk gördüğümüz bara girip en Ebru Cündübeyoğlu'na benzeyen kızlar tavlayacağız. Hollywood'a gidip o yazının üstüne Beşiktaş bayrağı koyup, “Çarşı her yerde” yazacağız. Hollywood'ta Megan Fox'la arkadaş olup onun yanında kalacağız. Kapitalist düzenin merkezinde komünist yaşayacağız. Hiç çalışmayıp payımıza düşeni alacağız. Çarşı'nın anarşist ruhunu her daim göstereceğiz. Uyumamalısın kardeşim uyumaaaa!

Sonunda Volkan uyudu. Kürşat'ta göz yaşları donunca uyudu. Son sözü "sen de bir yalandan ibaretmişsin Amerika" oldu. Oysa umuda yolculuktu onlarınkisi. İyi şeyler umuyorlardı hayattan. Bir çok kişinin hayalini kuramadığı şeyler onların hre gece rüyasındaydı. Planları da zekiceydi. Sadece ufak bir hataları vardı, umutlarını solduran ve hayatlarına malolan.

Bu iki kahramana saygı duyuyorum. Adamlar hayallerinin peşinden gitti. İttiler hayatın önlerine koyduklarını. Bitmeyi beklemediler hayatın dolambaçlı yollarında, izlemekle yetinmediler kaybedenler misali hayatın onlardan çaldırklarını. Alamadıklarını, daha doğrusu hayatın onlara vermediklerini nasip değilmiş diyerek geçiştirmediler. Belki kadere isyan ettiler. Nitekim sonunda sokak köpekleri gibi titreyerek öldüler. Lakin boşa geçen hayatları gördükçe bu ikilinin hayatının ne kadar değerli olduğu ve ne kadar şerefli öldüklerini daha bir anlıyorum. İnönü'de kapalı tribünde “Bütün Çarşı cehenneme kombine aldık!” diye bağırıyorlardı. Tek dileğim biletlerinin yanıp zorla cennete götürülmeleri... Hem belki dünyada alamadıklarını orda fazlasıyla verir.

---------------------------**BASED ON A TRUE STORY**---------------------------------

29 Ocak 2010 Cuma

Kömürlükteki Alelade Bir Kömürün Elmas Olma Hikayesi(Michael Faraday)

Deneysel bilimin prensi olarak adlandırılan abimiz Michael Faraday, ilkokula gitmemiştir. 4 işlem bilmez Hatta çevresi "köy yerinde okuyup napacak bizim pamuk tarlalarında ırgatlık etsinde bir faydası dokunsun!" bile demiştir. Mazlum abimiz karşı çıkmamıştır ve çalışmıştır. Lakin bu hayatın kendisine göre olmadığını düşünen ve içindeki ilim irfan aşkını bastıramayan abimiz çevresine "New York Times'da çalışıp çok para kazanacağım" diye toz pembe bir yalan söyleyerek 2. sınıf bir matbaada işe başlar. Hem işini yapar hem de basım için gelen bilim teknikdergilerini okur ve kendini geliştirmeye başlar.

Bir gün bir müşteri gelir ve elinde Atatürk Kültür Merkezi'nde yapılacak olan bilim konferansına bileti olduğunu fakat gidemeyeceğini anlatır. Bunu duyan genç Faraday odadaki patrona aldırış etmeden odaya atılır. Müşterinin ayaklarına kapanır. Yerde yuvarlanarak "ona verme bana ver!" der. Müşteri bir an için korkuya kapılır ve "al lan! ne halin varsa gör yeterki paçalarımı bırak daha yeni Milano'dan aldım bu pantolonu paçalarını kırıştıracaksın!" der. Genç Faraday pantolonun paçasını düzeltir, yavaşça ayağa kalkar, kapıya doğru önelir, tam çıkacakken mahsun çocuk bakışını atar, teşekkür eder ve çıkar.

Mutluluktan yerinde duramayan Faraday haftasonu seke seke Atatürk Kültür Merkezi'ne gider. Garip yürüyüşü insanların dikkatini çeksede aldırış etmez abimiz. Konferansta en önlerde yer tutar. Konferansı veren adam sahneye çıkmadan önce gülme gazı çeken kafası güzel ayyaş bir biliminsanıdır ama bu genç Faraday'ın umrunda değildir. Gün be gün konferansı takibeden genç Faraday ayyaş biliminsanın bütün dediklerini not eder ve bunları el yazması şeklinde kitaplaştırır. Konferansın son günü atatürk kültür merkezi'nin çıkışında ayyaşı bekler. Ayyaş kapıda görünür görünmez yanına koşar ve kısık bir sesle "bu paha biçilemez el yazmasını görüyor musun? Onu sana verebilirim lakin benide yanına alıp ilim irfan öğreteceksin." der. Ama ayyaş zaten yeteri kadar yardımcısı olduğunu ve kendisine iş veremeyeceğini ama el yazmasının güzel olduğunu söyler ve genç Faraday'ı el yazmasından ötürü tebrik eder ve eğer isterse el yazmasını kendisine hediye edebileceğini söyler.Genç ve muzip faraday tamam deyip arkasını döner kitaba bakar, sonra ayyaşa dönüp en kralından bir el hareketi çekip koşarak kaçar. Genç faraday mutsuzdur. Umutlarını yitirmiştir, boynu bükük ama mağrur bir şekilde Beşiktaş'ın arka sokaklarına gece gibi akar.

Genç faraday kısa zamanda dandirik matbaadanda kovulur. Çünkü AFM'deki son gününden beri gizli gizli ağlamaktadır ve göz yaşları kağıtlara damlatığı için çok miktarda kağıt israfı olmuştur. Adi patron birden "yeşili sev doğayı koru" mottosunu diline dolamış paraya kıyamamı.. pardon doğaya kıyamamış ve kağıt israfına neden olan bu mazlum gence acımamıştır. Faraday kaderine isyan edecekken işler iyiye gitmeye başlar.

Ayyaş bilim insanının yardımcılarından biri kıçını kırar ve işe gelemeyeceğini bildiren yazıyı büroya fakslar. Ayyaş o gün Faradaya haber salar, dolgun maaş + ssk + yol + prim ve yemekde bizden diyerekten. Bunu duyan tok gözlü faraday "bu kriz döneminde size de yük olmak istemem benim karnımı doyurun, bir köşeye ufak bir döşek atın ve bana ilim irfan öğretin." der ve teklifi kabul eder.

Gel zaman git zaman genç faraday kendini daha da geliştirir. Boynuz kulağı geçer hesabı ayyaşı bile geçer. Deneysel bilimin prensi olur. Hatta o kadar büyük, kocaman bir adam olurki, İngiltere Kraliçesi bir çok kez Kraliyet Bilim Enstitüsü Başkanlığı ve şövalye ünvanı teklif eder. Lakin tok gözlü prens bunları reddeder. "benim şanda şöhrette, parada pulda gözüm yok, bana ilim verin, bana irfan verin.." der. Gerçi "sir" ünvanını almayı çok istemiştir lakin o yıllarda ünvanı Alex Ferguson'a verdikleri için özentilik yapmak istememiştir.

Kısaca Michael Faraday: azimli, çalışkan, meraklı, araştırmacı bilimadamıdır. Bunların yanı sıra köyden gelip şanı şöhreti elinin tersi ile teperek gönüllerimize taht kurmuş prenstir.

15 Ocak 2010 Cuma

Giden Aşk ya da Şey Ufak Bir Şey

Altancan diğer sabahlardan farklı olarak bu sabah erken kalktı. Toplaması gereken eşyaların odanın her tarafına dağılmıştı. Altancan odaya bakınca bu eşyaları toplamanın imkansız olduğunu düşündü. Biraz da haline güldü.

Yarım saat sonra oda neredeyse boştu. Önündeki küçük valiz ise dolu... Az önce bu oda canlıydı, sanki yaşıyordu. Artık ölü, bir ölünün ruhsuz bedeni kadar boş...

Derken arkadaşları uyandı. Altancan'ın gideceğini bildikleri halde gitmeye hazır olduğunu görünce şaşırdılar üstüne hüzün serperek. Berk “Bu kadar mı sıkıldın bizden oğlum” dedi. Acı bi tebessüm hepsinin dudak çizgilerinde belirdi.

Bu sabah kahvaltı hazırlama sırası Berkte'ydi. Oda gerektiği gibi kahvaltıyı hazırlamaya başladı. Kızarmış patates kokusu eve yayılmıştı bile. Altancan çok özleyeceğinin farkında olduğu bu kokuyu doyasıya içine çekti.

Kahvaltı sofrasında kimse konuşmadı. Yalnız bu bi edep adap gereği değildi, zaten normalde bunlar hiç bi zaman susmazdı. Biri sussa diğerinin konuşacak bir şeyi her zaman olurdu. Sessizliği Altanca bozdu.

Altancan: Ölmedim lan bu ne uslu balkon çocuğuna döndünüz.

Fatih: Düzgün konuş giderayak kırmayayım ağzını.

Berk: Kanka gitmen için hiç bi sebep yok.

Altancan Daha öncede konuştuk bunları hacım tekrar başlamayalım.

Fatih: Ne halin varsa gör göt herif, fizana kadar yolun var.

Altancan: Abicim giderayak kırmayalım birbirimizi, son anlarım burda biraz yüzünüz gülsün. Artık gecenin bi vakti boktan bi şey yüzünden içip içip saçmalayarak kafanızı şişirecek, içkiyi fazla kaçırıp eve kusacak biri yok oğlum artık.

Berk: Tamam tamam sus biraz.

Sabahtan beri sesi çıkmayan Furkan sofradan kalktı. Çok sevdiği pikabına, koleksiyon yaptığı taş plaklardan birini taktı. Bir veda şarkısıydı kulaklarımda can bulan titreşimlerin söylediği.

4 yıl su gibi akıp geçmişti. İlk günlerde birbirini tanımayan bu dört insan şimdi dost, hatta kardeştiler. Altan gizlemeye çalışıp umursamıyormuş gibi görünse de içinde zor geliyordu. Herkesten gizlese de kendinden gizleyemiyordu ve daha ne kadar dayanabileceğini de bilmiyordu.

Salonda vedalaştılar. Furkan kendini tutamış, ağlıyordu. Onun gözlerinden akan yaş Altan'ın yüreğine doluyordu. Herkes şaşkındı. Böyle bi duygu seli kimse beklemiyordu, herkes farkında olsa da bu gerilimin. Altan daha fazla dayanamadı ve kapıya yöneldi hadi allaha ısmarladık diyerek. Bu esnada günler öncesinden yazdığı mektubu ayakkabılıuğın üstünde görünce tarifsiz duyguların içinde buldu kendini.

Kapıdan çıkarken son kez sarıldılar. Sonra kapı kapandı. Kapı kapanırken çıkan ses sanki “gitme!” demişti. Bi aptal olduğunu düşündü. Elini cebine attı ve mektuba dokundu. Tüm yaşananlar gözlerinde canlandı. “Acaba bunu yapmalı mıyım?” diye düşündü. Yaşanmamışların hüznü yüreğine ağır geliyordu ama bunları paylaşmasının getireceği acıyı başkalarına yaşatmakta istemiyordu. Altan adeta kendisiyle savaş veriyordu. Sonunda belki de ilk kez egoist davranmaya karar verdi. Arkada bıraktıklarını değil kendini düşünecekti. Mektubu cebinden çıkardı ve kapı komşuları olan Eylül ve ev arkadaşlarının kapısının altından içeri atmak için kapıya yöneldi. Bu esnada açıldı kapı. Kapıyı açan Eylül'dü. İkisi de şaşırdılar ama özellikle Altan şaşırmıştı. Hem Eylül'ün sade güzelliği hem de elindeki mektupla kapıda kalmak bunda baya etkli olmuştu.

Eylül: Günaydın Altan, hayırdır bu valiz ne?

Altan: Şey bu valiz mi? Şey iş için bi kaç günlüğüne şehir dışına gitmem gerekli de bi isteğiniz var mı hem onu soracaktım hem de bi hoşça kalın diyecektim.

Eylül: Hadi ya, dikkat et o zaman kendine, ayrıca sağol canım bi eksiğimiz yok şükür.

Altan: Tamam o zaman ben gideyim artık yoksa otobüsü kaçıracağım.(Altan içinden”her şey yalan oldu. Bunu da beceremeden gitmekmiş kaderim” diyerek isyan ediyordu.)

Eylül: Hımm peki, o mektup iş davetiyesi sanırım.

Altan: He pardon ya bunu sizin kapıda buldum az daha unutacaktım.(Allah'a şükretti Altan. Bu pek sık olan bir şey değildi.)

Etlül: Allah allah neyin nesi acaba?

Altan: Neyse mektubu al. Ben de gideyim artık. Hadi hoşça kal.

Eylül: Güle güle canım.

Altan bi bilinmeze giderken Eylül merakla mektubu yırttı özen göstermeden. Bir köşeye geçip oturdu ve yavaş yavaş mektubu okumaya başladı.

-------------------------------------------------------------------------------------

Canım arkadaşım Eylül


Seninle ilk tanışmamızı hatırlıyorum. Apartmanın girişinde göz göze gelmiştik. Gözlerinin karası dipsiz kuyu gibi beni içine çekmişti. Birbirimize yol vermeye çalışmıştık gerçi birbirimizin önünü kesmekten başka işe yaramamıştı. Sen gülmüştün. Ben ise senin gülüşüne bitmiştim.

Zamanla arkadaş olmuştuk, ben sana ne hissettiğimi anlayamadan. Beraber daha fazla vakit geçirmeye başladık sonra. Sonra iyi arkadaş olduk. Çok iyi arkadaş olduk. Sevgililerimizden ayrılınca birbirimizi teselli ettik. Film izlemeye gittik beraber, sen korku sevmezdin ama kırmazdın beni. Ben sıkıldığını anlayınca çıkardık filmin ortasında. Sen ne yapıyorsun? Deli misin? Derdin. Bense seni bi köşede bırakır arkama bakmadan giderdim. Ne yapıyor bu adam diye düşünürdün sen. Ben o an vizyonda olan bi romantik komedi filmine bilet alırdım, en yakın seansa. Sen bana deli derdin. Filmden çıkıp eve geldiğimizde sen bana benim kadar iyi bi arkadaşa sahip olduğun için ne kadar mutlu olduğunu söylerdin. Ben cevap veremezdim ama en az senin kadar mutlu olduğum gözlerimden belli olurdu. Sonunda aynı binaya ayrı dairelere geçerdik.

İşte daireye geçtiğimde kendimi odaya kapardım. Kendimi muhakeme ederdim. Genelde küfür ederdim. Kendime bile açıklayamadığım şeyleri düşünmemek içindi belkide küfürlerim.

Geçen gün Taksim'den geldiğimizde yine kendimi attım odama. Bu sefer farklı oldu biliyo musun? Bu sefer başta küfür etmedim. İyice düşündüm. Sana da anlattığım bi kız vardı ya sonraları ayrılmıştık. Saçları seninki gibi olan hani. İşte o kızla ondan sonra sana anlatmadığım diğer kız arkadaşlarım arasında ortak bir yan buldum. Saçları sana benzeyen kızdan ayrıldıktan sonra bulduğum kızın hareketleri, tavırları seni andırıyordu ama onunla da olmadı. Ondan sonrakilerde de hep sana benzer bir yön vardı. Şimdilerde bi kız var flört bakışlarla kaçamak yaptığımız. Onunda gözleri seninkiler gibi ama sanıyorum ki onunda sonu diğerleri gibi olacak.

Sonunda anladım ki ben kiminle tanışsam onda seni aramışım. Bulursam sevdiğim olmuş bulamazsam hayatımın filminde arkadan geçen adam olmuş. İşte o an kendime saygımı yitirdim. Bana yıllardır arkadaşım diyen, dertlerini anlatan kıza aşıktım ben. O bana arkadaşım derken ben ona içten içe sevgili diyormuşum. üç kuruşluk sevincim olmuş senin yüzünü görmek. Sonra bazen acaba sevgililerinden ayrılmanı hiç istedim mi acaba diye düşündüm. Cevabını almadan bi sigara yaktım. Bu kadar kötü olamam diyerek geçiştirdim. Bu kadar kötü değildim de zaten ama tutunacak bir dal ararken boşluğa kulaç atıp daha da düşmek istemedim.

İşte Eylül bu yüzden ben gidiyorum. Senin yanında kalıp hem seni hem kendimi kandırmak istemiyorum artık. Ayrıca senin yanında olmak acı verirdi zaten. Çünkü dedim ya kendime olan saygımı yitirdim. Bunu kazanmam için tek şansım senden kaçmaktı. Belki de en kolay olanıydı bu. Bende kaçtım senden, kolay olanı seçip.

Senden tek ricam beni sakın arama, nolur arama. Kendime olan saygımı kazanmam için arama. Belki bir gün kendimi aşabilirsem umulmadık bi anda kapını çalarım. Ben geldim. O arkadaşın olan Altan derim ama önce buna kendimi tekrar inandırmam lazım.


Ben yokken kendine iyi bak...


Altancan HASCAN

-------------------------------------------------------------------------------------

Eylül ağlıyordu. Aşkın yanından uçup gittiğini düşündükçe. Belkide ne kadar kör olduğuna ağlıyordu belkide istemeden birine verdiği bu acıların farkına vardığı için ama emin olduğum bir şey ağlıyordu.


Not: Son günlerde bundan daha absürtü aklıma gelmedi.

12 Ocak 2010 Salı

BSS (BÜYÜKELÇİ SEÇME SINAVI)

Haber bültenlerinin bu haftaki ana konusu İsrail Dış İşleri Bakanı'nın boş işleri, bunun nedenleri ve buna karşılık Türkiye'nin vereceği yanıt olacağa benziyor. Olay, Boş İşler Bakanı olduğunun farkında olmayan bu artist kişiliğin Kurtlar Vadisi isimli dizeye ayar olup bizim İsrail Büyükelçimiz Oğuz Çelikkol' a fırça atmasıyla gelişmiş. Burdan o artiste seslenmek istiyorum: Bre pezevenk yiyosa bizim gariban Büyükelçimiz yerine Polat Alemdar'a yapsana artistliğini, sıksın seni yani sana yani kafana kafana.

Gerçi Boş İşler Bakanı olan bu artistin diziden haberi olması da bi hayli ilginç... Demek ki bu artist de bir Vadi hayranı... O zaman adama sormazlar mı dizi sizi teğet geçmedi de biraz sürttürdü diye niye pislik yapıyorsun? Beğenmediysen izlemezsin. Olması gereken budur. Yıllar yılı yabancı sinema sektörünün %46.38'i doğu milletlerinin kültürünü ve hatta dinini çarpıtarak aldı başını yürüdü. Bir Allah'ın kulu da çıkıp olayı siyasi boyuta taşımadı. Beğenmeyen izlemedi. İnternet ortamında fazla takılanlar emeğe saygı, + rep diyerekten konusuna aldırmaksızın filmlere gitti. Sıradan vatandaşlar bile bu kadar uygar davranabilirken bir bakanın bu kadar tahammülsüz davranması bi hayli ilginç ki genelde bu tahammülsüzlüğün sebebi cehalettir.

Konudan yine saptım bak. Tamam söylenme toparlıyorum.

O şanssız görüntüleri izleyince çok şaşırdım. İsrail Boş İşler Bakanı bizim büyükelçimizden biraz daha yüksekte ve çok ciddi oturuyordu. Hiçbir şeyin farkında olmayan büyükelçimiz ise yüzünde açık bir tedirginlik ile kendini gülmeye zorluyordu. Türk vatandaşı olduğu çok belliydi. Olmadığı gibi görünmeyi beceremiyor, yüzündeki gülümseme çok yapmacık ve bayağı duruyordu. Derken Boş İşler Bakanı ibranice konuşmaya başladı. Bi hınçla atıp tutuyordu. Açık açık aşağılıyordu, bunlar yaşanırken bizim büyükelçimiz istifini bözmadan gülüyordu. Çok açık ki İsrail Büyükelçimiz Oğuz Çelikkol İsrail'in anadilini bilmiyordu.

Devletimizin açıklaması ise “Özür bekliyoruz, herkes haddini bilsin” şeklinde bi uyarıydı.. Başbakan ise sağlık sektöründe bir devrim olan “Tam Gün Yasası” nı anlatırken arada İsrail'e de “tü kaka hep böylesiniz, artistlik yapmayın döveriz” dedi.

Esasen bunlara hiç gerek yoktu. Oğuz Çelikkol'a saygım sonsuz, büyük bir kişilik olduğunu umuyorum lakin bir büyükelçinin bulunduğu ülkenin dilini bilmesi gerekirdi. Eğer biliyorsa duydukları karşısında o şekilde gülmesi yakışmadı. Bu yüzden İbranice bilmediğini varsayarak bu yapılanın sorumlusunun bizim devletimizdir. Bu yaşananlar da devletimizin ayıbıdır. Ülkemizde bir büyükelçi nasıl seçiliyor bilmiyorum ama gittiği ülkenin dilini muhakkak bilmesi gerekiyor.

Çok şükür demokratik bir ülkede yaşıyoruz ve büyük lider Süleyman Demirel'in söylediği gibi demokraside çareler tükenmez.. Bu konuda benim mükemmel bir önerim var. Dünyada en adil ve en, en iyi seviye belirleyen sınavının ülkemizde yapıldığını savunan YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan ve ekibinin BSS isminde Büyükelçi Seçme Sınavı hazırlamalı ve en kısa zamanda yürürlüğe koymalı. Sınavda dil soruları her ülke büyükelçiliği için ayrı ayrı hazırlanmalı. Bu sayede siyasi platformda oyuna gelmemiz zorlaşır.

Bu görüşümün sonuna kadar arkasındayım. YÖK'e bu konuda güvenim sonsuz. Hem belki bu sayede eğitim sistemimizin ne kadar kötü olduğunu siyasilerimizde anlar ve belki sonunda ÖSS'den tut, komple eğitim sistemimiz değişir.

Ne demişler, “umut fakirin ekmeği, öğrencininse her şeyidir.”

9 Ocak 2010 Cumartesi

Yaratıcılığın Önünde Bir Engel Olarak Okul

Eğitim sistemimizin yeteriz olduğu daimi, bildiğin üzre. Gerçi bunu sen bile biliyorsan herkes biliyordur. O yüzden ben başka bir şey anlatayım.

Okulun verdiği eğitim ve öğretim malum kötüden biraz hallice. Buna rağmen çocuk yaştaki koca kafalara açtığı ufuklar tartışmasız çok büyük, hatta su aygırı kadar, lakin 5.Sınıftan sonra eğitim sistemi yan yatıyor çamura batıyor.

Ezberci eğitim kendini tekrara ilk 6. sınıfta başlıyor. Bu esnada hiçbir şeyden haberi olmayan, ortalama 1683 gr. az yağlı ve taze bir beyne sahip, öğrenmeye susamış, koca kafa dönemini atlatmış, hayatta güzlü bir birey aday aday olan öğrenci liseye kadar ya yerinde sayıyor ya da geriliyor. Bu ülkede ki gerizekalı oranının fazla olmasının sebebide bu zaten.

Lisenin ilk senesinde öğrenciye ezberci eğitimin yanı sıra bir de sosyalleşememe darbesi iniyor. Bununla birlikte üst sınıfların yaptığı çömez muameleside yeni öğrencilerin üstündeki baskıya bir kambur daha ekliyor. Bu baskıları atlatamayanlar geleceğin “loser memur”u oluyor. Bu safhayı atlatanlar güçlü bir birey olma yolunda devam ediyor. Bir bakıma doğal seleksiyon yani doğal seçilim yaşanıyor.

Lisenin diğer senelerinde üstündeki baskıyı atanlar birey bilincine biraz daha yaklaşıyor ve ilk sosyalleşme bu yıllarda görülüyor. Sosyalliğin dandirik halısaha maçlarından farklı bir şey olduğunun farkına varılıyor bi nevi lakin sosyalleşmeden kasıtları gezmek, tozmaktır hala. Bu az bilinçli öğrenci topluluğu da gezer, tozar, bazen arkadaşlarıyla toplanıp içer hatta zum olur. O halde eve giderse dayak, o gece eve gitmezse fırça yer. Lakin hava soğuktur. Göt mahkum eve gidilir.

Lisede her zamanki gibi ezberci eğitim devam eder. 4 sene boyunca bünyeye gram yaratıcılık girmez okuldan ötürü. Yaratıcılığın kaybolmaması için içmek dışında farklı aktiviteler uygulanmalıdır okumak, tiyatro ve film izlemek, resimle ilgilenmek gibi. Öğrenciler hem entel açıdan hem psikolojik açıdan gelişirler ve yaratıcılıklarını zinde tutarlar. Bunlar eksik olursa grup olmaya meyilli öğrencikler büyük abilerine özenip, ellerine tespih, arkalarına mahallenin küçük timini alırlar. Sakat bir durumdur o kadar fırlamayı arkana almak ama bunun bilince değildir öğrenci. O sadece okul çıkışlarında mevzu kovalamanın peşidedir fütursuzca.

Derken lise sona, yumurtada deliğe gelir. Malum ÖSS kapıya dayanmıştır. Öğrenci ÖSS'nin kendisine de dayanmaması için ezberci eğitimin köpeği olur. Yaratıcılık işte bu sene dip yapar. Dip yapmayan istisnalarda çalışmak yerine boş işlerle uğraşmış insanlardır. Bu yaratıcı insanlarda zaten ÖSS'yi kazanamaz ya da sikindirik bi yer kazanır.(Bu konuya daha fazla girmeyeceğim. Bildiğin üzre sistem değişti ve konumuz bi paragrafa sığmayacak kadar geniş. Bu nedenle başlı başına bir konu olarak daha sonra ele alacağım. Ağlama Melis.)

Üniversiteyi kazanmış, artık bir birey olan insanlar çağ atlamış gibidir. Artık ne isterlerse onu yaparlar. Artık üniforma yoktur, derse girmezsen annengillere haber verilmez, makyaj serbesttir. Gerçi bu makyaj olayı kızların gelecekte ağzına ediyor efem. Zira bu okuyan kızların büyük bi kısmı kariyer peşine düşüyor ve geç evleniyor. Bunlar evlenene kadarda yaptıkları makyaj suratlarını adeta patates tarlasına çeviriyor. Sonrasında bunlara kimse bakmıyor. Hele ki 30 yaşına girmeleriyle birlikte bunalıma da giriyorlar. Bildiğin evde kalmış kız sendromu... psikolojik sorunlar okumuş, okumamış ayırmıyor tabi. Gerçi kadın şarap gibidir yıllandıkça tatlanan ama bilemiyor.

Neyse konuyu çok saptırdım. Ne kadar uzattı bu ya deme kırarım ağzını. Üniversite eğitimimiz de klasik eğitimimizden farklı değil robot üretir gibi mezun veriyorlar. Ders içerikleri ile sana bir sınır çizip sistemin istediği bir birey olmanı sağlıyor. Sınırları aştğında ya aptal oluyorsun ya da okuldan atıyorlar. Aşmazdığın zamanda durumun hawai plajlarındaki gibi olmuyor. Vizeydi, finaldi öğrenciyi öldürmekten beter ediyor, süründürüyorlar.

Kısaca eğitimin 5. sınıftan sonrası sadece olanları tekrarlamaktan ibaret. Üniversite eğitimi bile yaratıcılıktan yoksun, varolanı söylemekten öteye gidemiyor. Bu nedenle 6 dönem sonraki seçimde oyunuzu bana verin. Siz boku yediniz artık da en azından çocuklarınızı kurtarayım. Çocuklar bizim geleceğimizdir. Siz bana oyunuzu verin, ben size geleceğinizi...

DÜŞ-ÜYORUZ

Herkesi anladığımı z"an"nederdim, hepsi onları anladığımı sanırdı. Onlardan biri anlatmaya başlayınca, ben o olurdum ya da neye ihtiyacı varsa. Bazen 1. sınıf bi oyuncu olduğumu düşünürdüm dinlerken, sonraları aslında anlatılanın ben olduğumu farkettim. Yani anlattıklarında hep bi parça ben vardım ve hep aynı şeyi anlatıyorlardı.

Konuşurken duvarlarını kaldırıyorlardı. Karşımda s"alt" benlikleri vardı, çıplaktılar bi nevi. Dertleri, sıkıntıları farklı olsa da etkileri aynıydı. Belki inanmazsın ama Aysun Kayacı gibi kültürlü bir mankenle dağdaki çobanın s-ıkıntılarının yarattığı etki neredeyse aynıydı.

Ben mi? Ben anlatmadım, anl*atamadım, anlatmadım. Belki d*olmayı b*ekledim bi şeyler anlatmak için o yüzden içime attım belki bunu bi zayıflık olarak gördüm ne de olsa anlatacak ş-eyler demek çaresine bakamadığım yığınla şeyin varlığını kabul etmek demekti. Belki de kendimi anlatmaya korktum, çıplak kalmaya. Açıkçası tam olarak bilmiyorum.

Beni kimsenin dinlemediğini düşünüyorum iki duvar arasına sıkıştığımda, sanki anlatmayan ben değilmişim gibi. Bir kuyu var içine "düş"tüğüm. Taş duvarları var tutunmaya çalıştığım ama kaygan. Dibe vurmaktan korkuyorum. Dibe vurup ölmekten ama aşağı bakınca farkediyorum. Bu kuyunun sonu yok. Rahatlıyorum, ölene kadar düşmeye devam edeceğim. Zaten sonrasında da burada işim yok. Tut(un)maya da çalışmıyorum artık. Nihayet kuyunun ucuna bakıyorum ama kimse yok. Günler haftaları, haftalar ayları kovalıyor, kimse yok. Ben ise düşmeye devam ediyorum. Mevsimler geçiyor. Doğa ölüyor sonra diriliyor küllerinden anka kuşu misali, ateşini güneşten alan. (H)ala kimse yok. Yıllar yılları kovalıyor artık zamanı saymak yerine birşeyler yapmak istiyorum. Zamanı sayacak vaktim yok. Bunları düşünürken bir gölge beliriyor kuyunun ucunda, ne olduğu bile belli olmayan. Vakti, zamanı, ölümü (y)aşamıyorum ansızın. İçimde bir umut doğuyor ama yaşına girmeden ölüyor bizim umut, gölgenin kaybolmasıyla. Unutuyorum küçük umudu, yas tutmaya (v)aktim yok.

Ben düşünürken, düşmeye devam edip, tanıdık bir yüz beliriyor: sevdiğinden dertli; o gidince ben yokluğa alışmadan bir başkası geliyor: patronundan şikayetçi; o gitmeden başka biri geliyor: işsizlikten muzdarip. Farkediyorum ki kuyunun içinde düşmekte olan tek ben değilim. Onlarla ben, yani biz aslında beraber düşüyoruz. Mutlu oluyorum çölde su bulan susuz bedevi misali.
Kuyudakilere bağırıyorum uyarmalıyım onları, “birbirinize sıkı tutunun!”, sanki tutunacak başka bir şey var gibi. Devam ediyorum bağırmaya:


“D-ÜŞÜYORUZ!”