30 Ocak 2010 Cumartesi

Kaderinden Kaçarken Donakalanlar

Atatürk Havalimanı'nda bekleyen jumbo jet uçağının iniş takımlarında iki davetsiz misafir vardı. Dardı burası, iki kişi ancak sığabiliyordu. Vurdu Volkan Kürşat'ın koluna ve konuşmaya başladı.

-Kaçıyoruz dimi şimdi? Canım kardeşim benim... Gidiyoruz oğlum, Amerika'ya gidiyoruz. Rüyalar ülkesi Amerika... Sen ne kadar zeki bi adamsın Kürşat ya. Kimin aklına gelirdi ki THY'ye temizlik işine girip, yurt dışına kaçmak!

-Eyvallah kardeşim. Herkes yapamaz bu planı. Lisedeki şerefsiz matematikçi beni bırakmasa... Kaltak takmıştı bana! Neymiş derslerinde uyuyomuşum. Onun bi derste anlattığı soruyu benim kıçımda uçuşan pire bile maksimum 5 dakka da çözer. Aahh o şerefsiz bırakmasa belki profesör olurdum. Amerika'ya böyle iniş takımları yerine vizemle pasaportumla gider ders falan verirdim en kralından. Bide çocuklara Beşiktaş'ı tanıtırdım off. Dimi Volka.... O ne lan!

-Anam noluyo! Uçuyoz mu abi? Bu sefer içki falanda içmedim ama noluyo be?

-Oğlum ne içmesi uçuyoruz lan! Heeyt beee! Kurtuluyoruz lan bu lanet olası yerden!

-Ooo macera dolu Amerikaaa ahhahha.

-Sus ya her taraf metal sesin yankı yapıyo zaten bad olan sesin duble bad oluyo. Kusura bakmada hiç çekilmiyo hacı.

-Sen iste her şey çok güzel oluuuurr...

-Sus lan sus yoksa gazetelerin 2. sayfasında iniş takımı içnde bad sesi yüzünden ölen adam diyecekler senin hakkında!

-Tamam kızma tamam.

15 DAKİKA SONRA

-Kürşat bu ne hava ya üşüdüm vallahi. Amerika'ya gitmeden grip olmayalım. Kızlar domuz gribi sanıp yaklaşmazlar sonra ehheh.

-Sen dert etme uçağın kocaman motorları var ısıtır onlar birazdan.

-Çabuk ısınsak bari. En son Liverpool'lu yendiğimiz maçta böyle titremiştim.

-Ouvv Süper maçtı beh... Bobo Reina'ya nası bacak arasından atmıştı! Tribünlerde nasıl coşmuştuk. İngiliz spikerler “bunlar deli olmalı” dediğinde nasıl göğsümüz kabarmıştı. Gerard'ın bacakları zangır zangır titrediydi. Aahhh ulan ahh!

-Harbiden Kürşat ya bide sen Bobo'nun golünden sonra çıldırmıştın. Fena coşmuştun. Zıplarken ayağın koltuğa takılmıştı. Alt kata düşmüştün. İki kaburgan kırılmıştı ahhahha.

-Gülme lan hıyar! Hem Beşiktaş için iki kaburga kırığı bişey mi öl deseler ölürüm.

-Ama abi sen değil miydin 8-0 yenildiğimiz maçtan sonra “Biiiiiiip biiiiiip tüpçü başkan, biiiip sizin gibi topçuların biiiip. Beşiktaş ömrümü yedin biiiiipi, bi daha da İnönüye gelmem.” diyen Hahhaha.

-Kes lan bak kenarda delşik var aşağı atarım valla seni!

-Tamam ya tamam ne tahammülsüz adamsın.

1 SAAT SONRA, SICAKLIK -56 C

-Kürşat keşke kalın bişeyler mi giyseydik beh? Motoru da çalıştırmadılar heralde bi türlü ısınamadık.

-O zaman nası uçacaktık salak!

-Haklısın da neyse o zaman ya ben şimdi uyuyorum Amerika'ya gelince kaldırırsın beni.

-Uyuma lan uyuma! Ne demişti komutan Nefes'te “UYURSAN ÖLÜRSÜN!” bide sen uyursan sende ölürsün demişti. O kameraya bakarak söylediği kişi sendin mal!

-Hadi ya yalan söyleme hacı. Hem benim sinemaya geleceğimi nerden bilecek o adam?

-Lan yönetmen benim tanıdıktı sana süpriz olsun falan dedim de ne sorguluyosun lan beni! Uyuma dediysem uyuma!

-Vallahi ne yaparsan yap. Dayanacak halim kalmadı. Hem burda titreye titreye donmaktansa uyumak daha iyidir.

-Lan uyursan ölürsün diyorum sana! Donacaksın gerizekalı!

-İyi geceler şekerim. Amerika'da görüşürüz. Tabi sen köpek gibi donarak ölmezsen heheh.

-Uyuma bak. Daha Amerika'ya gidicez. Red kid gibi gün batımını kovalayacağız. İlk gördüğümüz bara girip en Ebru Cündübeyoğlu'na benzeyen kızlar tavlayacağız. Hollywood'a gidip o yazının üstüne Beşiktaş bayrağı koyup, “Çarşı her yerde” yazacağız. Hollywood'ta Megan Fox'la arkadaş olup onun yanında kalacağız. Kapitalist düzenin merkezinde komünist yaşayacağız. Hiç çalışmayıp payımıza düşeni alacağız. Çarşı'nın anarşist ruhunu her daim göstereceğiz. Uyumamalısın kardeşim uyumaaaa!

Sonunda Volkan uyudu. Kürşat'ta göz yaşları donunca uyudu. Son sözü "sen de bir yalandan ibaretmişsin Amerika" oldu. Oysa umuda yolculuktu onlarınkisi. İyi şeyler umuyorlardı hayattan. Bir çok kişinin hayalini kuramadığı şeyler onların hre gece rüyasındaydı. Planları da zekiceydi. Sadece ufak bir hataları vardı, umutlarını solduran ve hayatlarına malolan.

Bu iki kahramana saygı duyuyorum. Adamlar hayallerinin peşinden gitti. İttiler hayatın önlerine koyduklarını. Bitmeyi beklemediler hayatın dolambaçlı yollarında, izlemekle yetinmediler kaybedenler misali hayatın onlardan çaldırklarını. Alamadıklarını, daha doğrusu hayatın onlara vermediklerini nasip değilmiş diyerek geçiştirmediler. Belki kadere isyan ettiler. Nitekim sonunda sokak köpekleri gibi titreyerek öldüler. Lakin boşa geçen hayatları gördükçe bu ikilinin hayatının ne kadar değerli olduğu ve ne kadar şerefli öldüklerini daha bir anlıyorum. İnönü'de kapalı tribünde “Bütün Çarşı cehenneme kombine aldık!” diye bağırıyorlardı. Tek dileğim biletlerinin yanıp zorla cennete götürülmeleri... Hem belki dünyada alamadıklarını orda fazlasıyla verir.

---------------------------**BASED ON A TRUE STORY**---------------------------------

29 Ocak 2010 Cuma

Kömürlükteki Alelade Bir Kömürün Elmas Olma Hikayesi(Michael Faraday)

Deneysel bilimin prensi olarak adlandırılan abimiz Michael Faraday, ilkokula gitmemiştir. 4 işlem bilmez Hatta çevresi "köy yerinde okuyup napacak bizim pamuk tarlalarında ırgatlık etsinde bir faydası dokunsun!" bile demiştir. Mazlum abimiz karşı çıkmamıştır ve çalışmıştır. Lakin bu hayatın kendisine göre olmadığını düşünen ve içindeki ilim irfan aşkını bastıramayan abimiz çevresine "New York Times'da çalışıp çok para kazanacağım" diye toz pembe bir yalan söyleyerek 2. sınıf bir matbaada işe başlar. Hem işini yapar hem de basım için gelen bilim teknikdergilerini okur ve kendini geliştirmeye başlar.

Bir gün bir müşteri gelir ve elinde Atatürk Kültür Merkezi'nde yapılacak olan bilim konferansına bileti olduğunu fakat gidemeyeceğini anlatır. Bunu duyan genç Faraday odadaki patrona aldırış etmeden odaya atılır. Müşterinin ayaklarına kapanır. Yerde yuvarlanarak "ona verme bana ver!" der. Müşteri bir an için korkuya kapılır ve "al lan! ne halin varsa gör yeterki paçalarımı bırak daha yeni Milano'dan aldım bu pantolonu paçalarını kırıştıracaksın!" der. Genç Faraday pantolonun paçasını düzeltir, yavaşça ayağa kalkar, kapıya doğru önelir, tam çıkacakken mahsun çocuk bakışını atar, teşekkür eder ve çıkar.

Mutluluktan yerinde duramayan Faraday haftasonu seke seke Atatürk Kültür Merkezi'ne gider. Garip yürüyüşü insanların dikkatini çeksede aldırış etmez abimiz. Konferansta en önlerde yer tutar. Konferansı veren adam sahneye çıkmadan önce gülme gazı çeken kafası güzel ayyaş bir biliminsanıdır ama bu genç Faraday'ın umrunda değildir. Gün be gün konferansı takibeden genç Faraday ayyaş biliminsanın bütün dediklerini not eder ve bunları el yazması şeklinde kitaplaştırır. Konferansın son günü atatürk kültür merkezi'nin çıkışında ayyaşı bekler. Ayyaş kapıda görünür görünmez yanına koşar ve kısık bir sesle "bu paha biçilemez el yazmasını görüyor musun? Onu sana verebilirim lakin benide yanına alıp ilim irfan öğreteceksin." der. Ama ayyaş zaten yeteri kadar yardımcısı olduğunu ve kendisine iş veremeyeceğini ama el yazmasının güzel olduğunu söyler ve genç Faraday'ı el yazmasından ötürü tebrik eder ve eğer isterse el yazmasını kendisine hediye edebileceğini söyler.Genç ve muzip faraday tamam deyip arkasını döner kitaba bakar, sonra ayyaşa dönüp en kralından bir el hareketi çekip koşarak kaçar. Genç faraday mutsuzdur. Umutlarını yitirmiştir, boynu bükük ama mağrur bir şekilde Beşiktaş'ın arka sokaklarına gece gibi akar.

Genç faraday kısa zamanda dandirik matbaadanda kovulur. Çünkü AFM'deki son gününden beri gizli gizli ağlamaktadır ve göz yaşları kağıtlara damlatığı için çok miktarda kağıt israfı olmuştur. Adi patron birden "yeşili sev doğayı koru" mottosunu diline dolamış paraya kıyamamı.. pardon doğaya kıyamamış ve kağıt israfına neden olan bu mazlum gence acımamıştır. Faraday kaderine isyan edecekken işler iyiye gitmeye başlar.

Ayyaş bilim insanının yardımcılarından biri kıçını kırar ve işe gelemeyeceğini bildiren yazıyı büroya fakslar. Ayyaş o gün Faradaya haber salar, dolgun maaş + ssk + yol + prim ve yemekde bizden diyerekten. Bunu duyan tok gözlü faraday "bu kriz döneminde size de yük olmak istemem benim karnımı doyurun, bir köşeye ufak bir döşek atın ve bana ilim irfan öğretin." der ve teklifi kabul eder.

Gel zaman git zaman genç faraday kendini daha da geliştirir. Boynuz kulağı geçer hesabı ayyaşı bile geçer. Deneysel bilimin prensi olur. Hatta o kadar büyük, kocaman bir adam olurki, İngiltere Kraliçesi bir çok kez Kraliyet Bilim Enstitüsü Başkanlığı ve şövalye ünvanı teklif eder. Lakin tok gözlü prens bunları reddeder. "benim şanda şöhrette, parada pulda gözüm yok, bana ilim verin, bana irfan verin.." der. Gerçi "sir" ünvanını almayı çok istemiştir lakin o yıllarda ünvanı Alex Ferguson'a verdikleri için özentilik yapmak istememiştir.

Kısaca Michael Faraday: azimli, çalışkan, meraklı, araştırmacı bilimadamıdır. Bunların yanı sıra köyden gelip şanı şöhreti elinin tersi ile teperek gönüllerimize taht kurmuş prenstir.

15 Ocak 2010 Cuma

Giden Aşk ya da Şey Ufak Bir Şey

Altancan diğer sabahlardan farklı olarak bu sabah erken kalktı. Toplaması gereken eşyaların odanın her tarafına dağılmıştı. Altancan odaya bakınca bu eşyaları toplamanın imkansız olduğunu düşündü. Biraz da haline güldü.

Yarım saat sonra oda neredeyse boştu. Önündeki küçük valiz ise dolu... Az önce bu oda canlıydı, sanki yaşıyordu. Artık ölü, bir ölünün ruhsuz bedeni kadar boş...

Derken arkadaşları uyandı. Altancan'ın gideceğini bildikleri halde gitmeye hazır olduğunu görünce şaşırdılar üstüne hüzün serperek. Berk “Bu kadar mı sıkıldın bizden oğlum” dedi. Acı bi tebessüm hepsinin dudak çizgilerinde belirdi.

Bu sabah kahvaltı hazırlama sırası Berkte'ydi. Oda gerektiği gibi kahvaltıyı hazırlamaya başladı. Kızarmış patates kokusu eve yayılmıştı bile. Altancan çok özleyeceğinin farkında olduğu bu kokuyu doyasıya içine çekti.

Kahvaltı sofrasında kimse konuşmadı. Yalnız bu bi edep adap gereği değildi, zaten normalde bunlar hiç bi zaman susmazdı. Biri sussa diğerinin konuşacak bir şeyi her zaman olurdu. Sessizliği Altanca bozdu.

Altancan: Ölmedim lan bu ne uslu balkon çocuğuna döndünüz.

Fatih: Düzgün konuş giderayak kırmayayım ağzını.

Berk: Kanka gitmen için hiç bi sebep yok.

Altancan Daha öncede konuştuk bunları hacım tekrar başlamayalım.

Fatih: Ne halin varsa gör göt herif, fizana kadar yolun var.

Altancan: Abicim giderayak kırmayalım birbirimizi, son anlarım burda biraz yüzünüz gülsün. Artık gecenin bi vakti boktan bi şey yüzünden içip içip saçmalayarak kafanızı şişirecek, içkiyi fazla kaçırıp eve kusacak biri yok oğlum artık.

Berk: Tamam tamam sus biraz.

Sabahtan beri sesi çıkmayan Furkan sofradan kalktı. Çok sevdiği pikabına, koleksiyon yaptığı taş plaklardan birini taktı. Bir veda şarkısıydı kulaklarımda can bulan titreşimlerin söylediği.

4 yıl su gibi akıp geçmişti. İlk günlerde birbirini tanımayan bu dört insan şimdi dost, hatta kardeştiler. Altan gizlemeye çalışıp umursamıyormuş gibi görünse de içinde zor geliyordu. Herkesten gizlese de kendinden gizleyemiyordu ve daha ne kadar dayanabileceğini de bilmiyordu.

Salonda vedalaştılar. Furkan kendini tutamış, ağlıyordu. Onun gözlerinden akan yaş Altan'ın yüreğine doluyordu. Herkes şaşkındı. Böyle bi duygu seli kimse beklemiyordu, herkes farkında olsa da bu gerilimin. Altan daha fazla dayanamadı ve kapıya yöneldi hadi allaha ısmarladık diyerek. Bu esnada günler öncesinden yazdığı mektubu ayakkabılıuğın üstünde görünce tarifsiz duyguların içinde buldu kendini.

Kapıdan çıkarken son kez sarıldılar. Sonra kapı kapandı. Kapı kapanırken çıkan ses sanki “gitme!” demişti. Bi aptal olduğunu düşündü. Elini cebine attı ve mektuba dokundu. Tüm yaşananlar gözlerinde canlandı. “Acaba bunu yapmalı mıyım?” diye düşündü. Yaşanmamışların hüznü yüreğine ağır geliyordu ama bunları paylaşmasının getireceği acıyı başkalarına yaşatmakta istemiyordu. Altan adeta kendisiyle savaş veriyordu. Sonunda belki de ilk kez egoist davranmaya karar verdi. Arkada bıraktıklarını değil kendini düşünecekti. Mektubu cebinden çıkardı ve kapı komşuları olan Eylül ve ev arkadaşlarının kapısının altından içeri atmak için kapıya yöneldi. Bu esnada açıldı kapı. Kapıyı açan Eylül'dü. İkisi de şaşırdılar ama özellikle Altan şaşırmıştı. Hem Eylül'ün sade güzelliği hem de elindeki mektupla kapıda kalmak bunda baya etkli olmuştu.

Eylül: Günaydın Altan, hayırdır bu valiz ne?

Altan: Şey bu valiz mi? Şey iş için bi kaç günlüğüne şehir dışına gitmem gerekli de bi isteğiniz var mı hem onu soracaktım hem de bi hoşça kalın diyecektim.

Eylül: Hadi ya, dikkat et o zaman kendine, ayrıca sağol canım bi eksiğimiz yok şükür.

Altan: Tamam o zaman ben gideyim artık yoksa otobüsü kaçıracağım.(Altan içinden”her şey yalan oldu. Bunu da beceremeden gitmekmiş kaderim” diyerek isyan ediyordu.)

Eylül: Hımm peki, o mektup iş davetiyesi sanırım.

Altan: He pardon ya bunu sizin kapıda buldum az daha unutacaktım.(Allah'a şükretti Altan. Bu pek sık olan bir şey değildi.)

Etlül: Allah allah neyin nesi acaba?

Altan: Neyse mektubu al. Ben de gideyim artık. Hadi hoşça kal.

Eylül: Güle güle canım.

Altan bi bilinmeze giderken Eylül merakla mektubu yırttı özen göstermeden. Bir köşeye geçip oturdu ve yavaş yavaş mektubu okumaya başladı.

-------------------------------------------------------------------------------------

Canım arkadaşım Eylül


Seninle ilk tanışmamızı hatırlıyorum. Apartmanın girişinde göz göze gelmiştik. Gözlerinin karası dipsiz kuyu gibi beni içine çekmişti. Birbirimize yol vermeye çalışmıştık gerçi birbirimizin önünü kesmekten başka işe yaramamıştı. Sen gülmüştün. Ben ise senin gülüşüne bitmiştim.

Zamanla arkadaş olmuştuk, ben sana ne hissettiğimi anlayamadan. Beraber daha fazla vakit geçirmeye başladık sonra. Sonra iyi arkadaş olduk. Çok iyi arkadaş olduk. Sevgililerimizden ayrılınca birbirimizi teselli ettik. Film izlemeye gittik beraber, sen korku sevmezdin ama kırmazdın beni. Ben sıkıldığını anlayınca çıkardık filmin ortasında. Sen ne yapıyorsun? Deli misin? Derdin. Bense seni bi köşede bırakır arkama bakmadan giderdim. Ne yapıyor bu adam diye düşünürdün sen. Ben o an vizyonda olan bi romantik komedi filmine bilet alırdım, en yakın seansa. Sen bana deli derdin. Filmden çıkıp eve geldiğimizde sen bana benim kadar iyi bi arkadaşa sahip olduğun için ne kadar mutlu olduğunu söylerdin. Ben cevap veremezdim ama en az senin kadar mutlu olduğum gözlerimden belli olurdu. Sonunda aynı binaya ayrı dairelere geçerdik.

İşte daireye geçtiğimde kendimi odaya kapardım. Kendimi muhakeme ederdim. Genelde küfür ederdim. Kendime bile açıklayamadığım şeyleri düşünmemek içindi belkide küfürlerim.

Geçen gün Taksim'den geldiğimizde yine kendimi attım odama. Bu sefer farklı oldu biliyo musun? Bu sefer başta küfür etmedim. İyice düşündüm. Sana da anlattığım bi kız vardı ya sonraları ayrılmıştık. Saçları seninki gibi olan hani. İşte o kızla ondan sonra sana anlatmadığım diğer kız arkadaşlarım arasında ortak bir yan buldum. Saçları sana benzeyen kızdan ayrıldıktan sonra bulduğum kızın hareketleri, tavırları seni andırıyordu ama onunla da olmadı. Ondan sonrakilerde de hep sana benzer bir yön vardı. Şimdilerde bi kız var flört bakışlarla kaçamak yaptığımız. Onunda gözleri seninkiler gibi ama sanıyorum ki onunda sonu diğerleri gibi olacak.

Sonunda anladım ki ben kiminle tanışsam onda seni aramışım. Bulursam sevdiğim olmuş bulamazsam hayatımın filminde arkadan geçen adam olmuş. İşte o an kendime saygımı yitirdim. Bana yıllardır arkadaşım diyen, dertlerini anlatan kıza aşıktım ben. O bana arkadaşım derken ben ona içten içe sevgili diyormuşum. üç kuruşluk sevincim olmuş senin yüzünü görmek. Sonra bazen acaba sevgililerinden ayrılmanı hiç istedim mi acaba diye düşündüm. Cevabını almadan bi sigara yaktım. Bu kadar kötü olamam diyerek geçiştirdim. Bu kadar kötü değildim de zaten ama tutunacak bir dal ararken boşluğa kulaç atıp daha da düşmek istemedim.

İşte Eylül bu yüzden ben gidiyorum. Senin yanında kalıp hem seni hem kendimi kandırmak istemiyorum artık. Ayrıca senin yanında olmak acı verirdi zaten. Çünkü dedim ya kendime olan saygımı yitirdim. Bunu kazanmam için tek şansım senden kaçmaktı. Belki de en kolay olanıydı bu. Bende kaçtım senden, kolay olanı seçip.

Senden tek ricam beni sakın arama, nolur arama. Kendime olan saygımı kazanmam için arama. Belki bir gün kendimi aşabilirsem umulmadık bi anda kapını çalarım. Ben geldim. O arkadaşın olan Altan derim ama önce buna kendimi tekrar inandırmam lazım.


Ben yokken kendine iyi bak...


Altancan HASCAN

-------------------------------------------------------------------------------------

Eylül ağlıyordu. Aşkın yanından uçup gittiğini düşündükçe. Belkide ne kadar kör olduğuna ağlıyordu belkide istemeden birine verdiği bu acıların farkına vardığı için ama emin olduğum bir şey ağlıyordu.


Not: Son günlerde bundan daha absürtü aklıma gelmedi.

12 Ocak 2010 Salı

BSS (BÜYÜKELÇİ SEÇME SINAVI)

Haber bültenlerinin bu haftaki ana konusu İsrail Dış İşleri Bakanı'nın boş işleri, bunun nedenleri ve buna karşılık Türkiye'nin vereceği yanıt olacağa benziyor. Olay, Boş İşler Bakanı olduğunun farkında olmayan bu artist kişiliğin Kurtlar Vadisi isimli dizeye ayar olup bizim İsrail Büyükelçimiz Oğuz Çelikkol' a fırça atmasıyla gelişmiş. Burdan o artiste seslenmek istiyorum: Bre pezevenk yiyosa bizim gariban Büyükelçimiz yerine Polat Alemdar'a yapsana artistliğini, sıksın seni yani sana yani kafana kafana.

Gerçi Boş İşler Bakanı olan bu artistin diziden haberi olması da bi hayli ilginç... Demek ki bu artist de bir Vadi hayranı... O zaman adama sormazlar mı dizi sizi teğet geçmedi de biraz sürttürdü diye niye pislik yapıyorsun? Beğenmediysen izlemezsin. Olması gereken budur. Yıllar yılı yabancı sinema sektörünün %46.38'i doğu milletlerinin kültürünü ve hatta dinini çarpıtarak aldı başını yürüdü. Bir Allah'ın kulu da çıkıp olayı siyasi boyuta taşımadı. Beğenmeyen izlemedi. İnternet ortamında fazla takılanlar emeğe saygı, + rep diyerekten konusuna aldırmaksızın filmlere gitti. Sıradan vatandaşlar bile bu kadar uygar davranabilirken bir bakanın bu kadar tahammülsüz davranması bi hayli ilginç ki genelde bu tahammülsüzlüğün sebebi cehalettir.

Konudan yine saptım bak. Tamam söylenme toparlıyorum.

O şanssız görüntüleri izleyince çok şaşırdım. İsrail Boş İşler Bakanı bizim büyükelçimizden biraz daha yüksekte ve çok ciddi oturuyordu. Hiçbir şeyin farkında olmayan büyükelçimiz ise yüzünde açık bir tedirginlik ile kendini gülmeye zorluyordu. Türk vatandaşı olduğu çok belliydi. Olmadığı gibi görünmeyi beceremiyor, yüzündeki gülümseme çok yapmacık ve bayağı duruyordu. Derken Boş İşler Bakanı ibranice konuşmaya başladı. Bi hınçla atıp tutuyordu. Açık açık aşağılıyordu, bunlar yaşanırken bizim büyükelçimiz istifini bözmadan gülüyordu. Çok açık ki İsrail Büyükelçimiz Oğuz Çelikkol İsrail'in anadilini bilmiyordu.

Devletimizin açıklaması ise “Özür bekliyoruz, herkes haddini bilsin” şeklinde bi uyarıydı.. Başbakan ise sağlık sektöründe bir devrim olan “Tam Gün Yasası” nı anlatırken arada İsrail'e de “tü kaka hep böylesiniz, artistlik yapmayın döveriz” dedi.

Esasen bunlara hiç gerek yoktu. Oğuz Çelikkol'a saygım sonsuz, büyük bir kişilik olduğunu umuyorum lakin bir büyükelçinin bulunduğu ülkenin dilini bilmesi gerekirdi. Eğer biliyorsa duydukları karşısında o şekilde gülmesi yakışmadı. Bu yüzden İbranice bilmediğini varsayarak bu yapılanın sorumlusunun bizim devletimizdir. Bu yaşananlar da devletimizin ayıbıdır. Ülkemizde bir büyükelçi nasıl seçiliyor bilmiyorum ama gittiği ülkenin dilini muhakkak bilmesi gerekiyor.

Çok şükür demokratik bir ülkede yaşıyoruz ve büyük lider Süleyman Demirel'in söylediği gibi demokraside çareler tükenmez.. Bu konuda benim mükemmel bir önerim var. Dünyada en adil ve en, en iyi seviye belirleyen sınavının ülkemizde yapıldığını savunan YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan ve ekibinin BSS isminde Büyükelçi Seçme Sınavı hazırlamalı ve en kısa zamanda yürürlüğe koymalı. Sınavda dil soruları her ülke büyükelçiliği için ayrı ayrı hazırlanmalı. Bu sayede siyasi platformda oyuna gelmemiz zorlaşır.

Bu görüşümün sonuna kadar arkasındayım. YÖK'e bu konuda güvenim sonsuz. Hem belki bu sayede eğitim sistemimizin ne kadar kötü olduğunu siyasilerimizde anlar ve belki sonunda ÖSS'den tut, komple eğitim sistemimiz değişir.

Ne demişler, “umut fakirin ekmeği, öğrencininse her şeyidir.”

9 Ocak 2010 Cumartesi

Yaratıcılığın Önünde Bir Engel Olarak Okul

Eğitim sistemimizin yeteriz olduğu daimi, bildiğin üzre. Gerçi bunu sen bile biliyorsan herkes biliyordur. O yüzden ben başka bir şey anlatayım.

Okulun verdiği eğitim ve öğretim malum kötüden biraz hallice. Buna rağmen çocuk yaştaki koca kafalara açtığı ufuklar tartışmasız çok büyük, hatta su aygırı kadar, lakin 5.Sınıftan sonra eğitim sistemi yan yatıyor çamura batıyor.

Ezberci eğitim kendini tekrara ilk 6. sınıfta başlıyor. Bu esnada hiçbir şeyden haberi olmayan, ortalama 1683 gr. az yağlı ve taze bir beyne sahip, öğrenmeye susamış, koca kafa dönemini atlatmış, hayatta güzlü bir birey aday aday olan öğrenci liseye kadar ya yerinde sayıyor ya da geriliyor. Bu ülkede ki gerizekalı oranının fazla olmasının sebebide bu zaten.

Lisenin ilk senesinde öğrenciye ezberci eğitimin yanı sıra bir de sosyalleşememe darbesi iniyor. Bununla birlikte üst sınıfların yaptığı çömez muameleside yeni öğrencilerin üstündeki baskıya bir kambur daha ekliyor. Bu baskıları atlatamayanlar geleceğin “loser memur”u oluyor. Bu safhayı atlatanlar güçlü bir birey olma yolunda devam ediyor. Bir bakıma doğal seleksiyon yani doğal seçilim yaşanıyor.

Lisenin diğer senelerinde üstündeki baskıyı atanlar birey bilincine biraz daha yaklaşıyor ve ilk sosyalleşme bu yıllarda görülüyor. Sosyalliğin dandirik halısaha maçlarından farklı bir şey olduğunun farkına varılıyor bi nevi lakin sosyalleşmeden kasıtları gezmek, tozmaktır hala. Bu az bilinçli öğrenci topluluğu da gezer, tozar, bazen arkadaşlarıyla toplanıp içer hatta zum olur. O halde eve giderse dayak, o gece eve gitmezse fırça yer. Lakin hava soğuktur. Göt mahkum eve gidilir.

Lisede her zamanki gibi ezberci eğitim devam eder. 4 sene boyunca bünyeye gram yaratıcılık girmez okuldan ötürü. Yaratıcılığın kaybolmaması için içmek dışında farklı aktiviteler uygulanmalıdır okumak, tiyatro ve film izlemek, resimle ilgilenmek gibi. Öğrenciler hem entel açıdan hem psikolojik açıdan gelişirler ve yaratıcılıklarını zinde tutarlar. Bunlar eksik olursa grup olmaya meyilli öğrencikler büyük abilerine özenip, ellerine tespih, arkalarına mahallenin küçük timini alırlar. Sakat bir durumdur o kadar fırlamayı arkana almak ama bunun bilince değildir öğrenci. O sadece okul çıkışlarında mevzu kovalamanın peşidedir fütursuzca.

Derken lise sona, yumurtada deliğe gelir. Malum ÖSS kapıya dayanmıştır. Öğrenci ÖSS'nin kendisine de dayanmaması için ezberci eğitimin köpeği olur. Yaratıcılık işte bu sene dip yapar. Dip yapmayan istisnalarda çalışmak yerine boş işlerle uğraşmış insanlardır. Bu yaratıcı insanlarda zaten ÖSS'yi kazanamaz ya da sikindirik bi yer kazanır.(Bu konuya daha fazla girmeyeceğim. Bildiğin üzre sistem değişti ve konumuz bi paragrafa sığmayacak kadar geniş. Bu nedenle başlı başına bir konu olarak daha sonra ele alacağım. Ağlama Melis.)

Üniversiteyi kazanmış, artık bir birey olan insanlar çağ atlamış gibidir. Artık ne isterlerse onu yaparlar. Artık üniforma yoktur, derse girmezsen annengillere haber verilmez, makyaj serbesttir. Gerçi bu makyaj olayı kızların gelecekte ağzına ediyor efem. Zira bu okuyan kızların büyük bi kısmı kariyer peşine düşüyor ve geç evleniyor. Bunlar evlenene kadarda yaptıkları makyaj suratlarını adeta patates tarlasına çeviriyor. Sonrasında bunlara kimse bakmıyor. Hele ki 30 yaşına girmeleriyle birlikte bunalıma da giriyorlar. Bildiğin evde kalmış kız sendromu... psikolojik sorunlar okumuş, okumamış ayırmıyor tabi. Gerçi kadın şarap gibidir yıllandıkça tatlanan ama bilemiyor.

Neyse konuyu çok saptırdım. Ne kadar uzattı bu ya deme kırarım ağzını. Üniversite eğitimimiz de klasik eğitimimizden farklı değil robot üretir gibi mezun veriyorlar. Ders içerikleri ile sana bir sınır çizip sistemin istediği bir birey olmanı sağlıyor. Sınırları aştğında ya aptal oluyorsun ya da okuldan atıyorlar. Aşmazdığın zamanda durumun hawai plajlarındaki gibi olmuyor. Vizeydi, finaldi öğrenciyi öldürmekten beter ediyor, süründürüyorlar.

Kısaca eğitimin 5. sınıftan sonrası sadece olanları tekrarlamaktan ibaret. Üniversite eğitimi bile yaratıcılıktan yoksun, varolanı söylemekten öteye gidemiyor. Bu nedenle 6 dönem sonraki seçimde oyunuzu bana verin. Siz boku yediniz artık da en azından çocuklarınızı kurtarayım. Çocuklar bizim geleceğimizdir. Siz bana oyunuzu verin, ben size geleceğinizi...

DÜŞ-ÜYORUZ

Herkesi anladığımı z"an"nederdim, hepsi onları anladığımı sanırdı. Onlardan biri anlatmaya başlayınca, ben o olurdum ya da neye ihtiyacı varsa. Bazen 1. sınıf bi oyuncu olduğumu düşünürdüm dinlerken, sonraları aslında anlatılanın ben olduğumu farkettim. Yani anlattıklarında hep bi parça ben vardım ve hep aynı şeyi anlatıyorlardı.

Konuşurken duvarlarını kaldırıyorlardı. Karşımda s"alt" benlikleri vardı, çıplaktılar bi nevi. Dertleri, sıkıntıları farklı olsa da etkileri aynıydı. Belki inanmazsın ama Aysun Kayacı gibi kültürlü bir mankenle dağdaki çobanın s-ıkıntılarının yarattığı etki neredeyse aynıydı.

Ben mi? Ben anlatmadım, anl*atamadım, anlatmadım. Belki d*olmayı b*ekledim bi şeyler anlatmak için o yüzden içime attım belki bunu bi zayıflık olarak gördüm ne de olsa anlatacak ş-eyler demek çaresine bakamadığım yığınla şeyin varlığını kabul etmek demekti. Belki de kendimi anlatmaya korktum, çıplak kalmaya. Açıkçası tam olarak bilmiyorum.

Beni kimsenin dinlemediğini düşünüyorum iki duvar arasına sıkıştığımda, sanki anlatmayan ben değilmişim gibi. Bir kuyu var içine "düş"tüğüm. Taş duvarları var tutunmaya çalıştığım ama kaygan. Dibe vurmaktan korkuyorum. Dibe vurup ölmekten ama aşağı bakınca farkediyorum. Bu kuyunun sonu yok. Rahatlıyorum, ölene kadar düşmeye devam edeceğim. Zaten sonrasında da burada işim yok. Tut(un)maya da çalışmıyorum artık. Nihayet kuyunun ucuna bakıyorum ama kimse yok. Günler haftaları, haftalar ayları kovalıyor, kimse yok. Ben ise düşmeye devam ediyorum. Mevsimler geçiyor. Doğa ölüyor sonra diriliyor küllerinden anka kuşu misali, ateşini güneşten alan. (H)ala kimse yok. Yıllar yılları kovalıyor artık zamanı saymak yerine birşeyler yapmak istiyorum. Zamanı sayacak vaktim yok. Bunları düşünürken bir gölge beliriyor kuyunun ucunda, ne olduğu bile belli olmayan. Vakti, zamanı, ölümü (y)aşamıyorum ansızın. İçimde bir umut doğuyor ama yaşına girmeden ölüyor bizim umut, gölgenin kaybolmasıyla. Unutuyorum küçük umudu, yas tutmaya (v)aktim yok.

Ben düşünürken, düşmeye devam edip, tanıdık bir yüz beliriyor: sevdiğinden dertli; o gidince ben yokluğa alışmadan bir başkası geliyor: patronundan şikayetçi; o gitmeden başka biri geliyor: işsizlikten muzdarip. Farkediyorum ki kuyunun içinde düşmekte olan tek ben değilim. Onlarla ben, yani biz aslında beraber düşüyoruz. Mutlu oluyorum çölde su bulan susuz bedevi misali.
Kuyudakilere bağırıyorum uyarmalıyım onları, “birbirinize sıkı tutunun!”, sanki tutunacak başka bir şey var gibi. Devam ediyorum bağırmaya:


“D-ÜŞÜYORUZ!”