26 Mart 2010 Cuma

Oğuz Atay Çizimiyle 40 Yıl Öncesinden Günümüz Siyasi Tablosu

"...Öyle bir yarım yamalaklığımız var ki, bizim dramımız akıl almaz bir biçimde gelişiyor. Ayrıca trajedinin içinde olduğumuzun farkında değiliz. Çok güzel yaşayıp gittiğimizi sanıyoruz. İktidardaki adamlarda bu sanıyı bütün millet adına dile getiriyor. Bir kaç aydın dışında bunu anlayan yok gibi... O aydınlar da sosyal bir takım sözler ediyor, psikolojik yönü boşlukta kalıyor bu meselenin. İnsanlar kötü yaşiantıyı dile getirmenin muhalefet yapmak olduğunu sanıyorlar. Yapanlar bile muhalefet yaptıklarını sanıyor bir bakıma. Aslında bir yanlış anlama olduğu halde anlaşıp gidiyorlar. Bir mış gibi yapmak tutturmuşlar. Arabalar yürüyor ya, ekmek yapılıyor ya, iyi kötü suyumuz geli yor ya... Mesele yok. Bir taklit yapıyoruz ve batıya bile kendimizi anlar oluyor. (Bir futbol maçında yeniveriyoruz onları.) Ya çocuksu gururumuz! Beğenilmezsek hemen alınıyoruz, batılılata iftira ederek kendimizi temize çıkarmak için didiniyoruz. İyi aile çocukları arasında onlara çamur atan mahalle çocuğu gibiyiz. Ben buna saflık diyorum ve genel anlamda bir sempati duyuyorum. İçinde yaşarken de öfkeyle tepiniyorum..."

Oğuz Atay bu mısraları 40 küsür yıl önce günlüğüne işlemiş. Kendi iç çekişmelerinden öte farklı şeylerden dem vuruyor. Aradan geçen yıllara rağmen hala aynı şeyler devam ediyor.

Hala hükümet harika bir şekilde ilerlediğimizi,
muhalefet ne kadar yanlış gittiğimizi,
bir kısım aydınlar çıkmazlarda olduğumuzu,
kalanlar şuan ki durumumuzun Avrupa'dan kat be kat iyi olduğunu söylüyorlar.

Herkes bir şey söylüyor halk dışında. Kimsenin bir şey yaptığı yok. Hükümet biraz çalışıyor, onun da ne kadarı ülkeye ne kadarı ceplerine kestiremiyoruz.

Lakin benim az da olsa hala bi umudum var. Gün gelecek ustanın yazdıkları günümüz siyasetini tanımlayamayacak ama o gün de Kız Kulesine bakarak demli çayımı içerken yerimizde saydığımız adımları düşünüp kızacağım. Kız Kulesi karşımda olmasa küfür bile ederim fakat o orda kalacak ben de kızdığımla kalacağım.

6 Mart 2010 Cumartesi

Döngü

Sudan çıkarılan balık gibi,
Benim ömrümden gidiyor, adım attıkça zaman.
Görmedim böylesi düşman.
Derken suya sokuyorlar ölümün tadına bakmadan,
İnsafsızlar tekrar çıkarıyor sudan,
İçinde çözünmüş hayatı ciğerime alamadan...
Bu döngü devam ediyor durmadan.

5 Mart 2010 Cuma

Nerden Nereye (Bir Überütopya)

1800'lerin sonlarındaydık. Topkapı Sarayı'nda çaylarımızı yudumlarken ansızın bir ses duyduk. Bu ses karizmatik bir İtalyan olan mucit Guglielmo Marconi'ye aitti. Bu tüccar ruhlu dahi İngiltere'nin çamurlu sokaklarını “Radyoyu buldum!” nidaları ile çınlatıyordu. Sesi kötüydü. Etik kuralları bilen, “bilim para için değil insan içindir.” fikrini benimsemiş Nikola Tesla'nın daha önce bulduğu şeyi, kendi icadı olarak lanse edip adını onun adının önüne geçirecekti. Buna dayanamadım, saray kapısına çıkıp “bağırma bre zındık!” dedim. Duyunca korktu tabi. Hemen sustu. Mahsunlaştı biraz.. Sömürge yarışında ve teknolojide geri kalsak da, ve artık Osmanlı yerine “hasta adam” deseler de bize, İstanbul'dan söylediğimiz İngiltere'de değer görüyordu.

Gel zaman git zaman devletler, sistemler, ideolojiler yıkıldı; yenileri kurulurken. Sonunda ne devlet ne sistem ne de ideoloji kaldı. Bu yıkımlara rağmen inatla yıkılmayan bir şey vardı “teknoloji”. İnsanlar olarak güvendik ona, sağlam duruşuna ve tek yürek olduk onun etrafında. Bir milli maç olmadan bunun gerçekleşmesi bana bir hayli ilginç geldi.

Teknoloji için çarpan yüreklerimiz artık bir devlet olmamız gerektiği konusunda hem fikir olduk. “Tek devlet, tek millet” dedik, Teknoloji Devleti'ni kurduk. Devlet dikta rejimi ile yönetiliyordu. Herkesin mutlu olduğu bir düzen olsun dediler ama ben ansynı anda herkesin mutlu olmasının imkaızlığını nlataan bir alıntı yaptım ve bu rejimi kabul ettirdim. Devlet başkanımız Saddam isimli diktatör programının 3.2 versiyonuydu. Yapay zeka üst düzeydi. Denenmemiş işkence metotları deniyor ve bunların yanı sıra yeni yeni işkence çeşitleri üretiyordu. Takdire şayan bir işleyişi vardı.

Bu ülkede çok afacan bir değer vardı, ismi internet. Çokça egoist, hayatın her alanına girmek tek amacı... Ülküsüne son derece bağlı ve bir o kadar doyumsuz. Mottosu “her şey gider, ben kalırım!”. Öyle oldu zaten. Televizyon, radyo, saklambaç, çelik çomak hepsi gitti. İnternet kaldı.


Teknoloji ne de çabuk gelişti. 1800'lerde radyo dalgalarını bulunca sevinçten horon teperken, şimdi kameralı, televizyonlu, kıllı telefonlara bile şaşırmıyoruz. Teknoloji herşeyi birleştirdi. En son internetle televizyonu birleştirmeye çalışıyorlardı. Nitekim Ttnet'in internet üzerinden televizyon izleme projesi son aşamaya gelmiş. Son teknoloji bilgisayar monitörlerini de arkasına alıp televizyonlara kafa tutacakmış. HD kalitesine ulaşan televizyonları yakalamak şuan hayal olsa bile sanıyorum ki öne bile geçecek, boynuzun kulağı geçtiği gibi.
Esasen bu gelişmeler, internetin hayatımıza bir adım daha girmesi hayatı kolaylaştıran güzel şeyler. Lakin ülkemizde atılan bu adımlar eğitimden yoksun. Eğitim elbisesini giymemiş her teknolojik adım toplumu biraz daha asimile eder. Şimdi bundan bana ne diyebilirsin. Haklısında kimse toplumsal değerlerine sıkı sıkıya bağlanmak zorunda değil ya da kimse seni asimülasyona karşı koyamayıp kendini kaybettiğin için suçlayamaz. Peki ya sokakta, toz toprak içinde oyun oynaması gereken çocukların bilgisayar başında sosyalleşmesini, toplum ,içinde yer edinmekte zorlanmasını, karakterinin geç oluşmasını ya da kişilik bozuklukları yaşamasını da mı önemsemiyorsun?

Engellemenin imkansızlaştığı bir hıza ulaşan teknolojinin bizi sürüklediği açmazlarda bir çıkış yolu bulmak için önümüzde uzun yıllar var ya da ben çok iyimserim. Bakalım gelecek bize ne getirecek...