12 Ocak 2012 Perşembe

Bizim Sınavımız Hocalarla

Merhaba sevgili günlük

Bu gün hayatımın en kötü günleri listesinde top 10'a oynayacak bir gün geçirdim.
Şahsım koca dönemlik müfredatı bir gecede bitirip cc'sinii alıp sınıfını geçen bir insan-ı kamil idi.
Lakin bu sınavı yapacak olan şahs-ı muhterem ezberin dibine zeytin yağı döküp ekmekle sıyıran bir sıyırmış olduğundan bu seferde iki gece uyumayayım dedim.



 Uyumadım da. Nescafe, sigara, yetmedi mi aç bir film yeter ki uyuma dedim. The Godfather seriyi izlememiştim henüz. O bitti işte. Vücuda yaptığım nikotin ve kafein yüklemeleriyle sınav saati kafadan 60 saat uyumadığım halde zıpır zıpır sigara içip kantinde pogo yapıyordum iki katım olan aygırlarla.

Ne oldu peki? Bir bok olmadı. Dövsen dövülmeyecek sövsen anasını bacısını mezara gömebileceğin pezevenk attı golü. Tek hatada soru çizen müderris-i gavur kaledeyken ve onun istediği oyunu, onun kurallarıyla oynarken benim üç beş kelime hatam olmuştur. Onun ben amına koyayım.
Birde tıp mı okuyoruz arkadaşım otu boku mükemmel şekilde ezberleyelim. bize farklı bakış açısı ile bakmayı öğret. Şener Şen ol Av Mevsimi çekelim. Neden zorla Ölü Ozanlar Derneği'ndeki intihar eden çocuk rolünü bize veriyorsun. Angut.
Velhasıl kelam sınav çıkışı dekan yardımcısı olan diğer hocaya gidip "bu da mı gol değil hoca!" dediysem de "gol evladım. Fena koyduk yine kih kih kih." dedi.
Lan koskoca dekan yardımcısı adamsın. Kih kih kih gülmek ne! Bu nasıl okul. Bu nasıl eğitim. çok boktan bi Antiütopya kurayım dese Platon Dede. O bile kuramaz bu kadar kötüsünü.

Utandınız mı hocam? Ben utandım. Sövmüyorum bile amına koyayım.
Ama yine de.. son kez.. neyse..
Ezber yapmayan hoca istiyoruz kampanyası başlatır bunlar adama.
Hadi günlük sana allaha emanet der, yatmaya giderim. Kurtlar Vadisi Gladyo'daki gibi İskender Büyük ama yorgun be kanka.

11 Ocak 2012 Çarşamba

Popülizm vs Orhan Baba

Eskiden minibüsler böyle değildi. minibüs şoförleri hiç böyle değildi.
Eskiden kaset çalarlarda teyplerde Orhan Baba'nın sesi eksik olmazdı.
Minibüs şöforleri ispanyol paça pantolonları, geniş yakalı gömlekleriyle eserdi yollarda...
Minibüse bindin mi bütün dertleri içine alasın gelirdi sevdiceğini mutlu edip.
Şimdilerdeki gibi gitme üzülürüm değil, mutlu olacaksan git. Ben taşırım acıyı denirdi.


Minibüsten indin mi bi sessizlik duyardın. Orhan Baba'dır ya o da sen anlazdın.
Hayat normal akışına erişmezdi. Ya daha coşkulu olurdu ya da dururdu.
Bazen öyle bir şey olurdu ki Taksim Meydanı'nda bağırmak gelirdi içinden.

Hani derdin ya... Batsın bu dünya!


Bazen de belki hiç sevmesende o bağlamayı kaybolurdun tınılarında.
Neden bilmezsin. Bilmezsin Orhan Baba'nın parmaklarından döküldüğünü nağmelerin..
Notalar rüzgar olur, dalga olur, hava olur, yeri gelir alamadığın bir yudum nefes olur...

Popülizm denen bataklıktan kurtulmak için varsın sen baba. Ne Don Vito Carleone ne de Carlito...
Tek baba sensin Orhan Baba...


Popüler kültürün amuna goyak Orhan Buabaauaa!

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Oblomov'a Öykünmüş Bir Hoş Şarkı

Bruno Mars - The Lazy Song

Keyif pezevengi diye bir söylem var ya o pezevenk bir şarkı yapsa eminim adını The Lazy Song koyardı.
Bruno Mars'ta bu işe soyunmuş ve çok iyi becermiş. müziğiyle, sözleriyle ve klibiyle tam bi keyif pezevenkliği...
Oblomov'a soundtrack olacak bir şarkı olmuş. Eline sağlık Bruno  her nerde yaşıyor ve yaşatılıyorsan.




6 Aralık 2010 Pazartesi

Öylesine

Behçet içindeki sıkıntıyı bastırmak için sahile, dolaşmaya gitmişti. Evde oturdukça nedensiz sıkıntısının biraz daha esiri oluyordu. Neden daraldığını düşünmeye çalışıyordu ama elle tutulur bir şey bulamamıştı. Ufak tefek şeyler bir olmuş üstüne yürüyordu sanki. Onlara karşılık verecek bir şeyi olmadığından savaşmadan mağlup oldu. Arkasına bakmadan kaçtı.

Umarsızca yürüyordu Behçet. Yürümeyi severdi zaten; hele de ayaz bir havada, ellerini cebine atıp bir serseri rahatlığına kavuşturan sonu gelmez yürüyüşleri... Sahile vardığında öylece durdu ve boş banklara baktı. “Üsküdar Belediyesi” yazıyordu bankların üzerinde. Kendi kendine “banklar çok önemli çok. Üsküdar'ı Üsküdar yapan bu banklardır. Onlar olmasa kim ne bilecek buranın neresi olduğunu” dedi. O bu sözleri mırıldanırken kendi kendine, birden az ilerideki bankın üstünde duran defteri fark etti. Etrafta kimsecikler yoktu. Usul usul deftere yanaştı, gözleriyle de kimse var mı yok mu diye kontrol ediyordu. Kimsenin ona bakmadığından emin olduktan sonra banka oturdu. Defter ön yüzü Kız Kulesi'ne bakacak şekilde konulmuştu. Dışı çok kirli, epey kalınca simsiyah bir defterdi. Bu haliyle çok gizemli duruyordu.

Sağı solu bir kez daha kontrol eden Behçet defteri eline aldı. Bir yandan korkuyor, bir yandan içindeki meraka engel olamıyordu. Sonunda merak üstün geldi. Öylesine bir sayfa açtı. Okuduğu ilk satırın ardından defteri yere fırlattı, korku dolu bakışlarla. “Bu defter lanetli olmalı!” diye haykırdı. Defteri korka korka yine eline aldı, boğaza fırlatmak için ama içinden bir ses okumaya devam etmesi gerektiğini söylüyordu. Karşı koymadı.

“ÖYLESİNE!

Aşırı bir biçimde, fazla, o kadar çok... diyor sözlük “öylesine” için. Ne kadar garip... bu kadar basit bir kelimeye ne anlamlar yüklüyoruz. Hatta bazen her şeyimizi basit bir kelimeye adıyoruz, benim gibi.

Öylesine bir hayat yaşadım ama güzeldi. Son demlerimde yerleştim bu banka. Hem boğaza nazır hem de Kız Kulesi karşısında. Köpek gibi içtim, köpek öldürenimi. Güzel kızı izlemekten başka bir amacım yoktu. Uykum gelince uydum, uyandığımda içtim. Şarabım bittiğinde de çöpte bulduğum bu defteri karaladım acizane edebiyat bilgimle. Gerçi acizane demek tribünlerde geçen ömrümün baharına hakaret olur.

İşte böylesine siktiriboktan bir ömürdü benimki. Öylesine... düşünüyorum da güzel şeyler de vardı aslında. Sevmek gibi. Takımımı sevdi, anamı babamı sevdim, onu sevdim... yakımıma sevgim her hafta sonu dilimde can buldu, gökyüzüne uçtu. Babamı da çok sevdim. Hatta onun sevgisini yazmıştım öncelerden bir sayfaya. Anamın sevgisini yazamadım. Ara sıra geliyor aklıma: acaba babama yazdığım yazıyı okusa anamın saf ruhu gücenir mi diye. Kesin gücenirdi. Anlar mıydı onun sevgisinin ağırlığını kaldıracak kalem olmadığını, bu işe kalkışan nice kalemlerin kırıldığını bilir miydi? Bilmezdi, bilmezdi de belli de etmezdi. Ana yüreği bu bilmese de hoş karşılardı.

Bir de onu sevdim dedim ya cidden sevdim. Çok sevdim. Söyleyemedim. Uzaktan uzağa seyrettim, çok güzeldi. Her gördüğümde niyetlendim bu sefer söylerim diye. Söyleyemedim. Kaybetme korkumdan ya da söyleme cesaretimin olmadığından değil. Hem ne kaybetmesi! O hiç benim olmadı ki.. olsaydı bile kaybetmekten korkmazdım. Öyle bir korkum olsa bu halde olmazdım. Sanırım öylesine bir sevda olmasından korktum sevgimin. Ona açılmak için attığım her adımda “acaba öylesine bir sevgi” mi bu dedim. Ya gerçekten de öylesine bir sevgiyse... söyledikten sonra katlanabilir mi benim öylesine hallerime? Bir var bir yok gelgitlerime? Yormaz mı onu? Yorar elbet. Peki ya ben, ben yorulmam mı? Yorulmak ne kelime harap olurum. En iyisi... böylesi...

Hayata baştan başlama imkanım olsa büyük adam olurdum. Şimdi ise bu imkansız. Öylesine bir adam büyük olamaz. Kurallar böyle... büyük olmak için bazı şeylerden vazgeçmelisin, sistemin parçası olmalı, oyunu kurallarına göre oynamalısın. Küçüklerinin sırtına basa basa çıkmalısın yukarı. Her basamakta büyüyene kadar sırtını okşamalısın büyüklerinin sonrasında üstüne basacak olsan da. Hayatın başından beri oyunu kurallarıyla oynayıp büyük adam olsaydım. Hani sözüm dinlenseydi falan. İlk işim büyüklerin çıkarları uğruna dönen kanlı savaşları engellemek olurdu. Mehmetcik'i, Coni'yi, Maykı bir araya toplayıp “adi çıkarlar için sipere inmekle vatan sevilmez! Millete hizmet edilmez. Olsa olsa öylesine ölürsünüz. Oysa siz o siperi kazmazsanız ne vatanınız tehlikede olur ne de iti çakalı emeline ulaşır.” derdim. Sonrasında bir beyaz güvercin salardım gökyüzüne fotoğrafımın çekilmesine izin vermeden. Ama imkansız öylesine hayaller işte.

Savaşları engellemek bu kadar kolay değil gerçi. Ben bile bu pasaklı halime garip gözlerle bakanları öldürmek istiyorum bazen. Hele bazı fularlı, gözlüklü, pipolu tipler var ki... sorsan marjinalim der ama en ufak farklılığa iğrenerek bakıyor. Böyle adamlara sövsem utanır mıyım? Öldürsem vicdan azabı duyar mıyım? Şüpheli...

Neyse defterdar kafanı çok şişirdim bu günde. Ben şarap almaya gidiyorum. Ayıldığımda görüşürüz elbet.”

Behçet satırlardan oldukça etkilendi. Birkaç saat sırf bu satırların yazarını görmek için orada bekledi. Zaman ilerlemesine rağmen ne gelen vardı ne giden. Sonunda Behçet dayanamadı ve çevre esnaflara gidip bu defterin sahibi, şarapçı olması muhtemel birini tanıyan var mı diye sormaya başladı. Girdiği 3. bakkalda sorusuna cevap buldu. Bakkal defterin sahibi olan adamı tanıdığını ama 2 aydır görmediğini, büyük ihtimalle sarhoşken denize düşmüş olabileceğini söyledi. Bakkal lafını bitirmeden içerde alışverişle meşgul bir adam “gıyabi cenaze namazı kılalım ardından” dedi. Bu adam büyük ihtimalle imamdı. Behçet daha ne olduğunu anlamadan , neredeyse yarım saat içinde cemaat toplandı. Tam namaza duracakken cemaatten bir densiz bağırdı: “Merhumu nasıl bilirdiniz!”

- Öylesine bir adamdı.

13 Eylül 2010 Pazartesi

İstanbul'un Nefesi



Her zamankinden farklı bir rüzgar esiyor İstanbul'da. Öyle ki beni önüne katıp bir bilinmeyene sürüklüyor. sonu meçhul bu yolda kaygıdan uzak ilerliyorum. Gurur... "seni seviyorum" diyecek kadar ondan da ırağım.

Issız bir sokağın yeni döşenmiş kaldırımlarına fısıldıyorum: Seni seviyorum İstanbul. öyle saf öyle içteniz ki... Bu halimizin ne kadar eğreti durduğunu düşünen küçük beyinlerin attığı anlamsız bakışların yokluğunda kalelerimizin tüm duvarlarını yıkmışız. Çıplağız.



Şafak vakti eve varınca yatağıma uzanıp gözlerimi yumduğumda, kasvetli bulutlar tarafından işgal edilmiş gökkubbenin altında tüm haşmetiyle, herkese ve her şeye meydan okurcasına duran Galata Kulesi'ni görüyorum. Onun karşısında uykuya dalıp, rüya aleminin kapısını aralayınca Sarayburnu'na çıkıyorum. Sigaramın ilk nefesini aldıktan sonra iki şekerli çayımı yudumluyorum. Bu esnada masmavi, işveli bakışlarıyla Marmara beni benden alıyor. Ben gözlerimi ondan alamıyorum. Sahili tokatlayan her dalgada beni biraz daha içine çekiyor. Boğulacak gibi oluyorum. Ölecek gibi... ama böylesine eşsiz ve güzel bir ölümün gururunu damarlarımda hissediyorum.

Güç bela sigaramdan bir nefes alıyorum. Biraz kendime gelir gibiyim. Tatlı kabusumun son bulacağını düşünürken zarif bir kadının boynundaki şık kolyeye gözüm kayıyor. Boğaz Köprüsü... Kadını incitmeden boynundaki kolyeyi koparıp cebime koyasım varsa da gücüm yetmiyor. Güçsüzlüğüm karşısında gözlerim doluyor. Boğazımdaki düğümü çayımdan bir yudum alarak çözmeye çalışıyorum. Bitsin artık bu rüya diyemeden İstanbul'u nev'i şahsına münhasır bir kent olmasında büyük katkısı olan Kız Kulesi'nin el salladığını görüyorum. "Ben burdayım mı demek istiyor, güle güle mi?" sorularına cevap aramıyorum yolun bir hüzne çıktığını hissedip.



Çayımı bitirip bir zamanlar sultanların şereflendirdiği Gülhane'ye gidiyorum. Sararmış ve dökülmekte olan kavak yapraklarıyla romantik bir film karesini hatırlatıyor. Gözlerimde canlanan anıların üzerine sigaramdan bir nefes çekip maziye üfürüyorum. Gülhane'de durmaya tahammülüm kalmadığında şehzadelerin bahçesinde oyunlar oynadığı Topkapı Sarayı'na giriyorum. Amaçsızca yürürken ansınız bir bataklığa saplanıyorum. Yavaş yavaş batıyorum. ne çırpınıyorum ne haykırıyorum. Boşa çektiğim kürekleri çoktan yaktım yalnız kaldığım soğuk bir kış gününde ısınmak için. Sadece sigara içiyorum. Bitmiyor. Ağzım çamura batınca artık yapacak tek şey kalıyor: Sigaramı yukarda tutmak heba olmasın diye. Batmaya devam ediyorum. Aklıma Selim geliyor. "Bat dünya bat!" ama dünya yerinde duruyor, batan yine Selim oluyor. Gözlerimde çamura bulandığında her yer ya da sadece benim hayatım kararıyor.

Bedenimi kaplayan hissizlik yere düşmemle son buluyor. Sanıyorum ki cehennemdeyim. "Oğlum Serden Sermest elinde köpek öldürenle geçirdiğin bir hayatın sonu başka nasıl olacaktı" diye düşünüyorum. Ziyan olmasın diye koruduğum sigaram yerinde . Bütün ziyan olmasın dediklerim gibi ziyan olmuş, balçığa bulanık. Çamurun zarar veremediği cebimdeki paketimden yeni bir dal sigara çıkarıp, onu ve ve çakmağımı yakıyorum. Çakmağın ince alevi rüzgarda dalgalanıyor, yüreğimdeki umudu ateşliyor. çakmağımın cılız aydınlığında cehennemden çıkışı arıyorum; zifiri karanlık, yosun tutmuş dehlizlerde. Bu garip seyahatte yol arkadaşlarım iri sıçanlar ve garip böcekler oluyor. Kıa bir yürüyüşün ardından tanıdık bir yüzle karşılaşıyorum: Medusa. Taş olma korkusuyla kafamı çevirdiğimde bilindik bir yere çıktığımı farkediyorum. Yerebatan Sarnıcı... Önce sigaramdan sonra Yerebatan'ın o bildik kokusunu taşıyan havadan derin birer nefes çekip kendimi Ayasofya'nın önüne atıyorum. Sultan Ahmet Camii karşısındaki banklardan birine geçip gülümsüyorum, yere batıp Yerebatan'dan yeryüzüne çıktığımı düşündükçe. Dehlizlerde yolumu tarif eden rüzgar yine esiyor. Bense en sevmediğim şeyi yapıp sigaramı rüzgara içiriyorum, belki İstanbul keyiflenir diye. Sigaranın bitişini seyrediyorum. Yavaş yavaş ve yanarak... İbret alacak çok şey var sanki. Düşünmek istemiyorum. Sigarayla birlikte rüyamda sona eriyor.

Uyandığımda kapalı tv'nin karşısına geçip dalıyorum derinlere. Orda yine İstanbul'u buluyorum. Bilinçaltıma bu kadar işlenmeiş bir şehre veda etmenin hüznünü sol yanımda hissediyorum. Meçhule uzanan bu yolda yüreğimde kaygıya yer olmamasının sebebi ardında kalanları düşünmenin verdiği hüznün bedenimi yeterince kaplaması olduğunu yeni yeni anlıyorum.

Ardımda bıraktıklarıma gelince sadece bir şehir... elbette değil. Çünkü İstanbul'a sadece bir şehir demek, o şehirde senin varlığını unutmak kadar büyük bir aptallık olurdu.



Bir veda değil bu İstabul. Zaten ben sana veda edemem. Sana veda edecek olsam beni bir titreme alır. Konuşmak istesem boğazıma bir şey düğümlenir, kekelerim. Her şeye rağmen giderim ama huzursuz olarak ardıma hüzünle bakarak. Tek umudum geleceğim günün hayalinden yeşeren küçük bir fidan olur. Bu satırları yanlış anlama İstanbul. Bir veda havası değil bu, zaten ben sana veda edemem.

13 Temmuz 2010 Salı

ŞŞ I

“Kaybettim. Daha öncede kaybetmiştim ama hiçbiri ardında böylesi boşluk bırakmamıştı. Bu kaybedişle birlikte ilklerin unutulmazlığı efsanesi inanışının safsatadan ibaret olduğunu öğrendim. Ben ilk, umudumu kaybetmiştim. Ardından oyuncağını kaybeden bir çocuk gibi üzüldüğümü hatırlıyorum. Çocuk yaşta kaybettiğim için olsa gerek. O zamanlar kendime çok kızardım. Umudumun kaybolma nedenini oyuncaklarımı kaybetmediğim için hasetle bakan, bir oyuncağına sahip çıkamayan çocukların kenafir gözlerine bağlardım. Onlara bir şey yap(a)madığım için neden oyuncaklarımı hiç kaybetmedim diye kendimi haşlardım. O yüzden çabuk piştim. Bu kadar detaylı hatırladığım ilk kaybedişimin ruhumda açtığı gediklerle son kaybedişimin ruhumu parçalayışını kıyaslamaya çalışıyorum. Olmuyor. Bu ilklerin mükemmelliği de genel de insanların iyiyi hatırlama eğiliminden kaynaklanıyor sanırım. Aslında hayata hep son dakka golü gibi giren kötü şeyler damgasını vuruyor. Ruha en keskin hançerleri bunlar sokuyor.

Son kaybedişimi hazırlayan eli hançerli katilim bir trajik kazası oldu...”

- Abi o trafik kazası olmasın.
- Dinlemeye gelmedim demedin mi eşek herif! Dinle işte.
- Abi ben keyfe keder içeriz sen de birkaç hikaye anlatırsın diyordum.
- Anlatıyoruz işte. Dinlemeyeceksen git.
- Tamam abi tamam.

“...dediğim gibi bir trajik kazası oldu. Bu kazada iki kez hayatımı kaybettim. Daha doğrusu iki hayatımı...”

- Hoppalaa abi sen şimdiden oldun hee. Kafan güzelleşti senin.
- Adamı hasta etme lan. Bölmeden dinle işte.

“...iki hayatımı reenkarne olarak kaybetmedim. Evrimsel süreci tersine yaşayıp bilincimi kaybederek de kaybetmedim. Ben iki hayatımı aynı anda kaybettim ama paralel evrenlerde eş zamanlı gerçekleşen bir kayıp da değildi.”

- Hay... Yaşına hürmet etmesem küfür edicem abi. Nasıl kaybettim hayatını iki kere ya da iki hayatını. Kaç hayatın var senin. Hayatına... Bir de trajik kazaymış. O nasıl kaza bi' bok anlamadım ben.
- Susuyor musun?
- İyi tamam, sustum. (Bir daha böyle kaybetmedim derse sakince dinliyormuş gibi yapıp ayağa kalkacağım. Suratına sağlam bi' tekme atıp kaçacağım.)



“Aslında kaos teorisi ile açıklanabilir tavandaki demirlerden birinin vidasının gevşemesiyle demirin Eshilos'un Oresteia 'yası sahnelenen tiyatronun sahne arkasında çalışan karım ve onun mecburen yanında götürdüğü kızımın üstüne düşmesi. Trajedinin sahnelenmesi için gerekli düzeni sağlamak uğruna düzensizce çalıştılar. İzinli olduğum bir gün onları ziyarete geldiğim de gördüğüm çalışma temposu düzensizdi ama işler gayet iyi ilerliyordu. Sonunda düzen kuruldu. Oyun sahnelenmeye hazırdı. Çalışma temposu bir düzene oturdu. Bu düzen içinde bulunması gereken yeri belirlenen karım düzene uydu ve bulunması gereken yerde bulundu. Sonunda onlarca kiloluk demir yığını onun üstüne düştü.

Bu şekilde pek olmadı gibi. Olasılık teorisi ile daha net açıklanabilir galiba. Karım ve kızımın yaşadıkları milyonlarca olasılıktan biriydi. Karım kahvaltı için hazırladığı omleti ocakta unutup yaksa işe ortalama 5 dakika geç kalırdı. Bu yüzden 5 dakikada müdürüyle kavga etse işlerini daha geç bitirir ve kendisi için ayrılan yerde kızımla beraber bulunamazdı. O lanet olası demirde onların hayatına kapanan son perde olmazdı. Olmadı. Bu olasılık gerçekleşmedi.”

- Gerçek mi bunlar ya! İnanamıyorum.
- Masal mı anlatıyorum lan ben! Benimki hikaye... hikaye ile masal arasındaki fark: biri gerçeküstü, diğeri gerçek ya da gerçekleşme ihtimali olan şeyler anlatmasıdır. Bunu da bilmiyorsan Türkçe hocana söverim. Neyse devam edeyim.

“Kaza haberi bir perşembe günü ben iş yerindeyken geldi. İzin alıp hastane yerine eve gittim. Umutlarını çocuk yaşta kaybeden birinin hayat ağacına tutunmasını sağlayan iki dalının kopması onun ölümüdür. Ben ölmek istemiyordum, henüz gençtim. Bir çare bulmaya çalıştım. Aklıma gelen en iyi fikir Schrödinger'in Kedisi oldu. Ben hastaneye gidene kadar kızım ve karım hem canlı hem ölü olacaktı. Bu yüzden üç gün hastaneye gitmedim. Oraya gidip ya da telefonla onların durumunu kesin olarak öğrenmedim ama içimdeki merak denizi gittikçe derinleşiyor, beni içeri alıyordu. Bir şey yapmazsan içimi kemiren bu merak beni delirtecekti. Sonunda bir çözüm daha buldum. Şeytan olacaktım. Laplace'in Şeytanı... Hem çocukluğumda bana “Cin gibi maşallah. Şeytana pabucunu ters giydirir bu çocuk.” derlerdi.


Laplace'in Şeytanı'na göre ortamdaki tüm şartları ve öncesini bilirsen geleceği hesaplayabilirsin. Bende tiyatroda tüm ölçümlerimi yaptım. Alabileceğim tüm bilgileri topladım. Akşamına elimdeki tüm verileri duvara büyük büyük yazdım. Duvarın karşısına bir masa bir sandalye çekip işlemlere koyuldum. Saatlerce işlemlerle boğuştum. Yer çekimi ivmesi, havanın demire uyguladığı direnç, ortamda esen rüzgarın yönü ve şiddeti, vidaların esneme payı, demirlerdeki genleşme miktarı, ortamın ısısı... boğuldum. Lisede fiziğim birdi. Matematiğimde birdi. Coğrafyamda birdi. Bir fenim ikiydi, o da hoca komşumuzdu o yüzden. Bi' de ben liseyi bitiremedim. Ne bok yemeye bu işe kalkıştım bilmiyorum. Süleyman'a da sordum, o da bilmiyordu. Lakin ben düşününce buldum. Bu ya yabancı dizilerden etkilenmemin eseri ya da korkudur, kaybetme korkusu. Ben genelde belgesel ve haber izleyen biri olduğum için büyük ihtimalle kaybetme korkusudur. Hayatta sahip olduğum önemli şeyleri kaybetme korkusuyla yapmadığım saçmalık kalmadı. Kelebek düşmanı bile oldum, Afrika'da kanat çırpan kelebeğin yarattığı fırtınaların, basınç ve sıcaklık değişimlerinin vidanın gevşemesinde etkili olabilme ihtimali yüzünden. Oysa ne çok severdim, küçük bir tırtıldan asil bir kelebeğe dönüşen güzel canlıyı. Bu suikast girişiminden sonra artık o da benim düşmanım. Her perşembe kelebek avlıyorum. Süleyman da bana yardım ediyor.

Evde, tek çıkışı olan yuvasında havasızlıktan ölmek üzere olan köstebek gibiydim. Yuvanın çıkışında bir gerçek vardı ya cana can katan ya da canımı alan. Koltuğumda iki büklüm dua etmeye başladım. Hastanedeki gerçek acımasızca hayatımı karartmasın diye. Aslında biliyor musun ben genellikle tanrıya inanmam. Küçükken evde tek kaldığımda, gece yatarken karanlıktan korkunca falan inanırdım. Bayadır da inanmıyordum ama ölümle böylesi bir karşılaşma inancımı arttırdı galiba.


3 gün sonra hastaneye gittim. Kapıdan girdiğimde beni o alışılmış hastane kokusu ve acıdan kavrulmuş suratlar karşıladı. Hayatım boyunca hastalanıp doktora gitmeyen beni şimdiden daraltmıştı bu ortam. Danışma kapının solundaydı. Hemen oraya gittim, karım ve kızımı sordum. “Ben nerden bileyim.” dedi. Ben adamın yakasından tutup “işinin adı ne lan!” diye bağırırken güzel ve hoş bir hemşire sus işareti yaparak yanıma geldi ve “kaza geçiren anne ve kızın yakını mısınız?” diye sordu. Tüm dikkatimi bayana verdiğim için söylediklerini anlamadım. Kadın sorusunu tekrarlayınca bulunduğum durumun ehemmiyetine karşın aklımın kadının kıvrımlarına gitmesi yüzünden utandım. İçten içe kendimden nefret ettim.”Evet.” kadının deniz gözlerine bakarak dedim. Hemşire tebessüm eden yüzünü pek fazla bozmadan (sanırım yüzünün çabuk kırışması istemediği için) “onlar öldü. Geldiklerinde ölüydüler.” dedi. Ense kökünün bir karış altından vurulmuşa döndüm. Öylece kalakaldım. Bu tadı eksik gerçeği yüzüme vuran hoş ve güzel hemşireye “Bu kadar çirkinleşmenize gerek yoktu.” dedim. Hemşire beni dikkate almadı. Arkasına bakmadan hızlı adımlarla yanımdan uzaklaştı. Süleyman “hadi gidelim” dedi. Ense kökünün bir karış altına yediğim kurşun yüzünden gidemedim. Sanırım sinirlerim kopmuştu.

“Schrödinger... hayseyetsiz köpek... oysa ben ona güvenmiştim. Ben ziyarete gitmediğim üç gün boyunca hem ölü hem diri olacaklardı. Karım ve kızım matematiksel olarak bir buçuk gün yaşamaları gerekliydi. Öyle olmamıştı. Kedisi ölesicenin düşüncesi burada tutmamıştı.” diye düşünürken bir anda bardaktan boşalırcasına soğuk su yağdı. Hasikoma diyip titreyerek kendime geldim. Karşımda az önce beni iplemeden giden çirkin hemşire vardı. “Napıyorsun bayan!” dedim. Gerçidiğim şokla öylece kaldığımı, buna soğuk suyun iyi geldiğini söyledi. Bu yüzden bir bardak buz gibi suyu üstüme bocalamış. Ona ensekökümünbirkarışaltınagirenkurşun yüzünden hareket edemediğimi anlattım. Dinlemedi, gitti. O an bembeyaz bir kağıt üstüne bırakılmış bir nokta kadar yalnız hissettim kendimi koridorda...”

- O teorileri nerden biliyorsun? Onlar hakkında burda yazdığın gibi sığ bir bilgin mi var? Süleyman nerden çıktı diye soru olup üstüne yağasım geldi ama kızıyorsun sorunca. Sen anlattıkça onlar da çıkar meydana. Birde abi geç oldu. Şarabımız da bitti. Ben birkaç gün sonra şarap alır gelirim yanına sen devamını anlatırsın.
- Tamam çocuk perşembe hariç istediğin gün gel. Ben hep buradayım.
- Sen de mi hikayedeki gibi kelebek avlıyorsun yoksa? Hehe.
- Geldiğinde onu da anlatırım. Gecenin karanlığı şarapçının üzerine çöktüğünde bir ay bir de yıldızlar kalır etrafta. Sen üstüne düşeni yap da kaybol.

12 Nisan 2010 Pazartesi

Bahar Sıkıntısı II

üzüntüsünü kelimeye doldurdu ama ağzı kapanmadı. tekrar açtı kelimeyi, içinden biraz keder alacak, ağzını kapatacak ve kız kulesi'ni gören bi yerden boğazın serin sularına atacaktı. lakin kelimenin ağzını açtığı an başkalarının kederleri doldu. kelime kaldıramayacak kadar ağırlaştı, dolduğuyla kaldı.