13 Temmuz 2010 Salı

ŞŞ I

“Kaybettim. Daha öncede kaybetmiştim ama hiçbiri ardında böylesi boşluk bırakmamıştı. Bu kaybedişle birlikte ilklerin unutulmazlığı efsanesi inanışının safsatadan ibaret olduğunu öğrendim. Ben ilk, umudumu kaybetmiştim. Ardından oyuncağını kaybeden bir çocuk gibi üzüldüğümü hatırlıyorum. Çocuk yaşta kaybettiğim için olsa gerek. O zamanlar kendime çok kızardım. Umudumun kaybolma nedenini oyuncaklarımı kaybetmediğim için hasetle bakan, bir oyuncağına sahip çıkamayan çocukların kenafir gözlerine bağlardım. Onlara bir şey yap(a)madığım için neden oyuncaklarımı hiç kaybetmedim diye kendimi haşlardım. O yüzden çabuk piştim. Bu kadar detaylı hatırladığım ilk kaybedişimin ruhumda açtığı gediklerle son kaybedişimin ruhumu parçalayışını kıyaslamaya çalışıyorum. Olmuyor. Bu ilklerin mükemmelliği de genel de insanların iyiyi hatırlama eğiliminden kaynaklanıyor sanırım. Aslında hayata hep son dakka golü gibi giren kötü şeyler damgasını vuruyor. Ruha en keskin hançerleri bunlar sokuyor.

Son kaybedişimi hazırlayan eli hançerli katilim bir trajik kazası oldu...”

- Abi o trafik kazası olmasın.
- Dinlemeye gelmedim demedin mi eşek herif! Dinle işte.
- Abi ben keyfe keder içeriz sen de birkaç hikaye anlatırsın diyordum.
- Anlatıyoruz işte. Dinlemeyeceksen git.
- Tamam abi tamam.

“...dediğim gibi bir trajik kazası oldu. Bu kazada iki kez hayatımı kaybettim. Daha doğrusu iki hayatımı...”

- Hoppalaa abi sen şimdiden oldun hee. Kafan güzelleşti senin.
- Adamı hasta etme lan. Bölmeden dinle işte.

“...iki hayatımı reenkarne olarak kaybetmedim. Evrimsel süreci tersine yaşayıp bilincimi kaybederek de kaybetmedim. Ben iki hayatımı aynı anda kaybettim ama paralel evrenlerde eş zamanlı gerçekleşen bir kayıp da değildi.”

- Hay... Yaşına hürmet etmesem küfür edicem abi. Nasıl kaybettim hayatını iki kere ya da iki hayatını. Kaç hayatın var senin. Hayatına... Bir de trajik kazaymış. O nasıl kaza bi' bok anlamadım ben.
- Susuyor musun?
- İyi tamam, sustum. (Bir daha böyle kaybetmedim derse sakince dinliyormuş gibi yapıp ayağa kalkacağım. Suratına sağlam bi' tekme atıp kaçacağım.)



“Aslında kaos teorisi ile açıklanabilir tavandaki demirlerden birinin vidasının gevşemesiyle demirin Eshilos'un Oresteia 'yası sahnelenen tiyatronun sahne arkasında çalışan karım ve onun mecburen yanında götürdüğü kızımın üstüne düşmesi. Trajedinin sahnelenmesi için gerekli düzeni sağlamak uğruna düzensizce çalıştılar. İzinli olduğum bir gün onları ziyarete geldiğim de gördüğüm çalışma temposu düzensizdi ama işler gayet iyi ilerliyordu. Sonunda düzen kuruldu. Oyun sahnelenmeye hazırdı. Çalışma temposu bir düzene oturdu. Bu düzen içinde bulunması gereken yeri belirlenen karım düzene uydu ve bulunması gereken yerde bulundu. Sonunda onlarca kiloluk demir yığını onun üstüne düştü.

Bu şekilde pek olmadı gibi. Olasılık teorisi ile daha net açıklanabilir galiba. Karım ve kızımın yaşadıkları milyonlarca olasılıktan biriydi. Karım kahvaltı için hazırladığı omleti ocakta unutup yaksa işe ortalama 5 dakika geç kalırdı. Bu yüzden 5 dakikada müdürüyle kavga etse işlerini daha geç bitirir ve kendisi için ayrılan yerde kızımla beraber bulunamazdı. O lanet olası demirde onların hayatına kapanan son perde olmazdı. Olmadı. Bu olasılık gerçekleşmedi.”

- Gerçek mi bunlar ya! İnanamıyorum.
- Masal mı anlatıyorum lan ben! Benimki hikaye... hikaye ile masal arasındaki fark: biri gerçeküstü, diğeri gerçek ya da gerçekleşme ihtimali olan şeyler anlatmasıdır. Bunu da bilmiyorsan Türkçe hocana söverim. Neyse devam edeyim.

“Kaza haberi bir perşembe günü ben iş yerindeyken geldi. İzin alıp hastane yerine eve gittim. Umutlarını çocuk yaşta kaybeden birinin hayat ağacına tutunmasını sağlayan iki dalının kopması onun ölümüdür. Ben ölmek istemiyordum, henüz gençtim. Bir çare bulmaya çalıştım. Aklıma gelen en iyi fikir Schrödinger'in Kedisi oldu. Ben hastaneye gidene kadar kızım ve karım hem canlı hem ölü olacaktı. Bu yüzden üç gün hastaneye gitmedim. Oraya gidip ya da telefonla onların durumunu kesin olarak öğrenmedim ama içimdeki merak denizi gittikçe derinleşiyor, beni içeri alıyordu. Bir şey yapmazsan içimi kemiren bu merak beni delirtecekti. Sonunda bir çözüm daha buldum. Şeytan olacaktım. Laplace'in Şeytanı... Hem çocukluğumda bana “Cin gibi maşallah. Şeytana pabucunu ters giydirir bu çocuk.” derlerdi.


Laplace'in Şeytanı'na göre ortamdaki tüm şartları ve öncesini bilirsen geleceği hesaplayabilirsin. Bende tiyatroda tüm ölçümlerimi yaptım. Alabileceğim tüm bilgileri topladım. Akşamına elimdeki tüm verileri duvara büyük büyük yazdım. Duvarın karşısına bir masa bir sandalye çekip işlemlere koyuldum. Saatlerce işlemlerle boğuştum. Yer çekimi ivmesi, havanın demire uyguladığı direnç, ortamda esen rüzgarın yönü ve şiddeti, vidaların esneme payı, demirlerdeki genleşme miktarı, ortamın ısısı... boğuldum. Lisede fiziğim birdi. Matematiğimde birdi. Coğrafyamda birdi. Bir fenim ikiydi, o da hoca komşumuzdu o yüzden. Bi' de ben liseyi bitiremedim. Ne bok yemeye bu işe kalkıştım bilmiyorum. Süleyman'a da sordum, o da bilmiyordu. Lakin ben düşününce buldum. Bu ya yabancı dizilerden etkilenmemin eseri ya da korkudur, kaybetme korkusu. Ben genelde belgesel ve haber izleyen biri olduğum için büyük ihtimalle kaybetme korkusudur. Hayatta sahip olduğum önemli şeyleri kaybetme korkusuyla yapmadığım saçmalık kalmadı. Kelebek düşmanı bile oldum, Afrika'da kanat çırpan kelebeğin yarattığı fırtınaların, basınç ve sıcaklık değişimlerinin vidanın gevşemesinde etkili olabilme ihtimali yüzünden. Oysa ne çok severdim, küçük bir tırtıldan asil bir kelebeğe dönüşen güzel canlıyı. Bu suikast girişiminden sonra artık o da benim düşmanım. Her perşembe kelebek avlıyorum. Süleyman da bana yardım ediyor.

Evde, tek çıkışı olan yuvasında havasızlıktan ölmek üzere olan köstebek gibiydim. Yuvanın çıkışında bir gerçek vardı ya cana can katan ya da canımı alan. Koltuğumda iki büklüm dua etmeye başladım. Hastanedeki gerçek acımasızca hayatımı karartmasın diye. Aslında biliyor musun ben genellikle tanrıya inanmam. Küçükken evde tek kaldığımda, gece yatarken karanlıktan korkunca falan inanırdım. Bayadır da inanmıyordum ama ölümle böylesi bir karşılaşma inancımı arttırdı galiba.


3 gün sonra hastaneye gittim. Kapıdan girdiğimde beni o alışılmış hastane kokusu ve acıdan kavrulmuş suratlar karşıladı. Hayatım boyunca hastalanıp doktora gitmeyen beni şimdiden daraltmıştı bu ortam. Danışma kapının solundaydı. Hemen oraya gittim, karım ve kızımı sordum. “Ben nerden bileyim.” dedi. Ben adamın yakasından tutup “işinin adı ne lan!” diye bağırırken güzel ve hoş bir hemşire sus işareti yaparak yanıma geldi ve “kaza geçiren anne ve kızın yakını mısınız?” diye sordu. Tüm dikkatimi bayana verdiğim için söylediklerini anlamadım. Kadın sorusunu tekrarlayınca bulunduğum durumun ehemmiyetine karşın aklımın kadının kıvrımlarına gitmesi yüzünden utandım. İçten içe kendimden nefret ettim.”Evet.” kadının deniz gözlerine bakarak dedim. Hemşire tebessüm eden yüzünü pek fazla bozmadan (sanırım yüzünün çabuk kırışması istemediği için) “onlar öldü. Geldiklerinde ölüydüler.” dedi. Ense kökünün bir karış altından vurulmuşa döndüm. Öylece kalakaldım. Bu tadı eksik gerçeği yüzüme vuran hoş ve güzel hemşireye “Bu kadar çirkinleşmenize gerek yoktu.” dedim. Hemşire beni dikkate almadı. Arkasına bakmadan hızlı adımlarla yanımdan uzaklaştı. Süleyman “hadi gidelim” dedi. Ense kökünün bir karış altına yediğim kurşun yüzünden gidemedim. Sanırım sinirlerim kopmuştu.

“Schrödinger... hayseyetsiz köpek... oysa ben ona güvenmiştim. Ben ziyarete gitmediğim üç gün boyunca hem ölü hem diri olacaklardı. Karım ve kızım matematiksel olarak bir buçuk gün yaşamaları gerekliydi. Öyle olmamıştı. Kedisi ölesicenin düşüncesi burada tutmamıştı.” diye düşünürken bir anda bardaktan boşalırcasına soğuk su yağdı. Hasikoma diyip titreyerek kendime geldim. Karşımda az önce beni iplemeden giden çirkin hemşire vardı. “Napıyorsun bayan!” dedim. Gerçidiğim şokla öylece kaldığımı, buna soğuk suyun iyi geldiğini söyledi. Bu yüzden bir bardak buz gibi suyu üstüme bocalamış. Ona ensekökümünbirkarışaltınagirenkurşun yüzünden hareket edemediğimi anlattım. Dinlemedi, gitti. O an bembeyaz bir kağıt üstüne bırakılmış bir nokta kadar yalnız hissettim kendimi koridorda...”

- O teorileri nerden biliyorsun? Onlar hakkında burda yazdığın gibi sığ bir bilgin mi var? Süleyman nerden çıktı diye soru olup üstüne yağasım geldi ama kızıyorsun sorunca. Sen anlattıkça onlar da çıkar meydana. Birde abi geç oldu. Şarabımız da bitti. Ben birkaç gün sonra şarap alır gelirim yanına sen devamını anlatırsın.
- Tamam çocuk perşembe hariç istediğin gün gel. Ben hep buradayım.
- Sen de mi hikayedeki gibi kelebek avlıyorsun yoksa? Hehe.
- Geldiğinde onu da anlatırım. Gecenin karanlığı şarapçının üzerine çöktüğünde bir ay bir de yıldızlar kalır etrafta. Sen üstüne düşeni yap da kaybol.

Hiç yorum yok: