6 Aralık 2010 Pazartesi

Öylesine

Behçet içindeki sıkıntıyı bastırmak için sahile, dolaşmaya gitmişti. Evde oturdukça nedensiz sıkıntısının biraz daha esiri oluyordu. Neden daraldığını düşünmeye çalışıyordu ama elle tutulur bir şey bulamamıştı. Ufak tefek şeyler bir olmuş üstüne yürüyordu sanki. Onlara karşılık verecek bir şeyi olmadığından savaşmadan mağlup oldu. Arkasına bakmadan kaçtı.

Umarsızca yürüyordu Behçet. Yürümeyi severdi zaten; hele de ayaz bir havada, ellerini cebine atıp bir serseri rahatlığına kavuşturan sonu gelmez yürüyüşleri... Sahile vardığında öylece durdu ve boş banklara baktı. “Üsküdar Belediyesi” yazıyordu bankların üzerinde. Kendi kendine “banklar çok önemli çok. Üsküdar'ı Üsküdar yapan bu banklardır. Onlar olmasa kim ne bilecek buranın neresi olduğunu” dedi. O bu sözleri mırıldanırken kendi kendine, birden az ilerideki bankın üstünde duran defteri fark etti. Etrafta kimsecikler yoktu. Usul usul deftere yanaştı, gözleriyle de kimse var mı yok mu diye kontrol ediyordu. Kimsenin ona bakmadığından emin olduktan sonra banka oturdu. Defter ön yüzü Kız Kulesi'ne bakacak şekilde konulmuştu. Dışı çok kirli, epey kalınca simsiyah bir defterdi. Bu haliyle çok gizemli duruyordu.

Sağı solu bir kez daha kontrol eden Behçet defteri eline aldı. Bir yandan korkuyor, bir yandan içindeki meraka engel olamıyordu. Sonunda merak üstün geldi. Öylesine bir sayfa açtı. Okuduğu ilk satırın ardından defteri yere fırlattı, korku dolu bakışlarla. “Bu defter lanetli olmalı!” diye haykırdı. Defteri korka korka yine eline aldı, boğaza fırlatmak için ama içinden bir ses okumaya devam etmesi gerektiğini söylüyordu. Karşı koymadı.

“ÖYLESİNE!

Aşırı bir biçimde, fazla, o kadar çok... diyor sözlük “öylesine” için. Ne kadar garip... bu kadar basit bir kelimeye ne anlamlar yüklüyoruz. Hatta bazen her şeyimizi basit bir kelimeye adıyoruz, benim gibi.

Öylesine bir hayat yaşadım ama güzeldi. Son demlerimde yerleştim bu banka. Hem boğaza nazır hem de Kız Kulesi karşısında. Köpek gibi içtim, köpek öldürenimi. Güzel kızı izlemekten başka bir amacım yoktu. Uykum gelince uydum, uyandığımda içtim. Şarabım bittiğinde de çöpte bulduğum bu defteri karaladım acizane edebiyat bilgimle. Gerçi acizane demek tribünlerde geçen ömrümün baharına hakaret olur.

İşte böylesine siktiriboktan bir ömürdü benimki. Öylesine... düşünüyorum da güzel şeyler de vardı aslında. Sevmek gibi. Takımımı sevdi, anamı babamı sevdim, onu sevdim... yakımıma sevgim her hafta sonu dilimde can buldu, gökyüzüne uçtu. Babamı da çok sevdim. Hatta onun sevgisini yazmıştım öncelerden bir sayfaya. Anamın sevgisini yazamadım. Ara sıra geliyor aklıma: acaba babama yazdığım yazıyı okusa anamın saf ruhu gücenir mi diye. Kesin gücenirdi. Anlar mıydı onun sevgisinin ağırlığını kaldıracak kalem olmadığını, bu işe kalkışan nice kalemlerin kırıldığını bilir miydi? Bilmezdi, bilmezdi de belli de etmezdi. Ana yüreği bu bilmese de hoş karşılardı.

Bir de onu sevdim dedim ya cidden sevdim. Çok sevdim. Söyleyemedim. Uzaktan uzağa seyrettim, çok güzeldi. Her gördüğümde niyetlendim bu sefer söylerim diye. Söyleyemedim. Kaybetme korkumdan ya da söyleme cesaretimin olmadığından değil. Hem ne kaybetmesi! O hiç benim olmadı ki.. olsaydı bile kaybetmekten korkmazdım. Öyle bir korkum olsa bu halde olmazdım. Sanırım öylesine bir sevda olmasından korktum sevgimin. Ona açılmak için attığım her adımda “acaba öylesine bir sevgi” mi bu dedim. Ya gerçekten de öylesine bir sevgiyse... söyledikten sonra katlanabilir mi benim öylesine hallerime? Bir var bir yok gelgitlerime? Yormaz mı onu? Yorar elbet. Peki ya ben, ben yorulmam mı? Yorulmak ne kelime harap olurum. En iyisi... böylesi...

Hayata baştan başlama imkanım olsa büyük adam olurdum. Şimdi ise bu imkansız. Öylesine bir adam büyük olamaz. Kurallar böyle... büyük olmak için bazı şeylerden vazgeçmelisin, sistemin parçası olmalı, oyunu kurallarına göre oynamalısın. Küçüklerinin sırtına basa basa çıkmalısın yukarı. Her basamakta büyüyene kadar sırtını okşamalısın büyüklerinin sonrasında üstüne basacak olsan da. Hayatın başından beri oyunu kurallarıyla oynayıp büyük adam olsaydım. Hani sözüm dinlenseydi falan. İlk işim büyüklerin çıkarları uğruna dönen kanlı savaşları engellemek olurdu. Mehmetcik'i, Coni'yi, Maykı bir araya toplayıp “adi çıkarlar için sipere inmekle vatan sevilmez! Millete hizmet edilmez. Olsa olsa öylesine ölürsünüz. Oysa siz o siperi kazmazsanız ne vatanınız tehlikede olur ne de iti çakalı emeline ulaşır.” derdim. Sonrasında bir beyaz güvercin salardım gökyüzüne fotoğrafımın çekilmesine izin vermeden. Ama imkansız öylesine hayaller işte.

Savaşları engellemek bu kadar kolay değil gerçi. Ben bile bu pasaklı halime garip gözlerle bakanları öldürmek istiyorum bazen. Hele bazı fularlı, gözlüklü, pipolu tipler var ki... sorsan marjinalim der ama en ufak farklılığa iğrenerek bakıyor. Böyle adamlara sövsem utanır mıyım? Öldürsem vicdan azabı duyar mıyım? Şüpheli...

Neyse defterdar kafanı çok şişirdim bu günde. Ben şarap almaya gidiyorum. Ayıldığımda görüşürüz elbet.”

Behçet satırlardan oldukça etkilendi. Birkaç saat sırf bu satırların yazarını görmek için orada bekledi. Zaman ilerlemesine rağmen ne gelen vardı ne giden. Sonunda Behçet dayanamadı ve çevre esnaflara gidip bu defterin sahibi, şarapçı olması muhtemel birini tanıyan var mı diye sormaya başladı. Girdiği 3. bakkalda sorusuna cevap buldu. Bakkal defterin sahibi olan adamı tanıdığını ama 2 aydır görmediğini, büyük ihtimalle sarhoşken denize düşmüş olabileceğini söyledi. Bakkal lafını bitirmeden içerde alışverişle meşgul bir adam “gıyabi cenaze namazı kılalım ardından” dedi. Bu adam büyük ihtimalle imamdı. Behçet daha ne olduğunu anlamadan , neredeyse yarım saat içinde cemaat toplandı. Tam namaza duracakken cemaatten bir densiz bağırdı: “Merhumu nasıl bilirdiniz!”

- Öylesine bir adamdı.

Hiç yorum yok: